28 Aralık 2010 Salı

KimSe...

Ben "kimse"yim...
"Kimse" kim işte...
Peki, söyleyeyim; her "kimse" ya da hiç "kimse"!
Bir "kim" ya işte, herkes gibi...
Biri"kim"li bir yapı...
Çe"kim-se"siz bir fiil...
Yerçe"kim"siz bir karanfil...
Bilfiil kendi gökçe...

26 Aralık 2010 Pazar

Nasıl “su” gibi yumuşacık bir şey bu kadar güçlü olabiliyor ki?

yirmialtıaralıkhalaikibinonvepazar...

Yine sahildeyim, denizin yanı başında...Ve yine bir ılık kış gecesi’nde ıslak kumların üzerinde yürüyüp, denizi dinleme keyfimi sürüyorum. İnsanlardan en uzak -ki bazen böyle oluyorum nedense, tek istediğim kalabalıklardan kaçmak oluyor; muhtemelen oklofobik olduğumdan-, denize en yakın masayı seçip, kumların üzerinde yalpalayarak ve de demli çayımla yanmamaya çalışarak masama geçiyorum. Dalgaların yıkıp paramparça ettiği beton blok yola bakıyorum. O narin, o yumuşak, o kırılgan, o “romantik” dalgaların hırçınlaştıklarında verebildikleri tahribatı düşünüyorum; görüyorum...

Nasıl “su” gibi yumuşacık bir şey bu kadar güçlü olabiliyor ki?

Şehrin ışıklarıyla sarmalanmış, gürültüsünün içinde ve kıyısında ama nasıl oluyorsa oldukça da uzağındayım burada...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Haydarpaşa...Ya da yüreğim yangın yeri...

altıaralıkikibinonbiristanbulpazartesiakşamısüregelenankarasallığınneticesinde...

O anda değil, ama çok sonrasında aslında içime doğru olduğunu kavrayacağım iç yolculuğumun; fiziksel anlamda da ilk yalnız, tek başıma yolculuğumun başlangıç noktasıydı Haydarpaşa Gar’ı.Yuvadan uçan bir minik kuş -o bendim- olarak her Cuma Ankara’dan kentime; İstanbul’uma, Pazar gecesi de Ankara’ya doğru yolculuklar yapardım yıllar yıllar önce ve yıllar yıllar boyu. Biri olmadan kalbimin eksik hissettiği iki kent İstanbul ve Ankara arasında, birine vardığımda diğerini özlemeye başladığım iki kent arasında yaptığım özlem dolu yollar...Ya Haydarpaşa’dan başlar Ankara’da son bulur ya da Ankara Tandoğan’dan başlar Haydarpaşa’da son bulurdu. Ne Ankarasız ne de İstanbulsuz yapamayan “ben” için şarttı, mutlaktı; mecburiyetti, keyifti, alışkanlıktı, özlemdi, yaşam biçimiydi, her seferinde yeniden ve yeni bir heyecandı, deneyimdi, sürprizdi, bu yolculuklar...Bıkmadığım, usanmadığım, yorulmadığım, onlarsız yapamadığım...Sabahın en erken saatleri ya da gecenin bir yarıları, yolcularıyla, uğurlayanlarıyla; gidenleriyle, kalanlarıyla, seyyar satıcılarıyla, yankesicileriyle, bitmek bilmez gürültüsü, enerjisiyle; kaosu, kavgaları, kavuşmaları, ardında bırakmaları, gözyaşları, heyecanlarıyla; yani işte her şeyiyle ama her şeyiyle hem ayrılık hem de kavuşma çeşmesiydi orası “neo-klasik” aşkların, hicaz makamların... Dargın, kırgın aşıkların, melul mahzun bakışların, “Bir gün karşılaşırsak ayrıldığımız yerde” ya da “sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar”ı mırıldanan dudakların…

Ondan ayrılmanın da hüzünle ve ama gitmenin heyecanıyla karışımı ya da ona varmanın ve geride bıraktıklarının hüznü, kavuşacaklarının sevinciyle karıştığı o ilham verici, coşkulu ve korkunç ve muhteşem yapı!

Uzun ve tıngır mıngır yolculukların, sabahlara dek süren ve tadına, lezzetine başka yerde rastlanamayan –en azından ben rastlayamadım- mercimek çorbalarıyla, istemeye istemeye son bulan rakı sohbetlerinin ve kırk yıldır tanışıyormuşcasına ve ama hep düzeyli, hep tadında, hep incelikli yeni dostluklara ve doyumsuz sohbetlere neden olan, eskileri pekiştiren, unutulmaz yolculukların mekanı, yemekli-yataklı trenlerin evi, Haydarpaşa Garı...

Kalp evimizin unutulmaz, yeri doldurulamaz hatıralarının güzel mekanı...Ve Haydarpaşa hala devam ediyor denize karşı doğan ve batan güneşi selamlamaya, sessizce...

Yine yangın yeri...Neden diye.....................................Ne soran var, ne de...

Olur da kalbi acırsa birilerinin, parmak kaldırsın bir gün...

lakırtı kavafı g.