2 Mayıs 2012 Çarşamba

23 Nisan Aya Yorgi…bir pişmanlık hikayesi…

Yıl 2012. Günlerden 23 Nisan. Havanın güzel, günümün tatil olmasından dolayı, hızlı ve ani bir kararla istikametimi Büyükada’ya çevirip, tüm o kalabalıkları da göze alarak yola koyuluyorum. Kalabalıklardan hiç hazzetmememe ve hatta oklofobik; "kalabalık korkanı", olmama rağmen, ama, insanların İstanbul’un hatta Türkiye’nin dört bir yanından, sevgi ve inançla ibadete, dilekler dilemeye, dualar etmeye geliyor oldukları düşüncesi ve varsayımıyla. Sevgi ve inançların enerjisine olan inancımla. İşte bu nedenle orada hem fotoğraf çekip o anların keyfini ve güzelliğini belgelemek, hem de bu huzur ve biraradalık enerjisinden nasiplenmek istiyordum.

Kalabalık bir motorla adaya doğru denize açıldık; malum artık vapur seferleri oldukça az ve kısıtlı. Neşeli insanlarla şen şakrak bir yolculuk sonrası mahşer kalabalığında adaya ayak bastık, daha doğrusu basmaya çalıştık, zira adım atacak yer bile yoktu ve olanda da hemen, anında ayağınıza basılması kaçınılmazdı! Sonu görünmeyen fayton kuyrukları, düşe kalka sürülen bisikletler, sepet sepet piknikçiler, çığırtkan satıcılar kalabalıklara; kalabalıklar yollara yayılmıştı. Hava, baharı hatta yazı müjdeliyordu adeta. Kalabalığın talebini karşılamak için sanki 5 misline çıkmış fayton sayısı ve yolcularını bırakıp yeni müşterilerine yetişmeye çalışan çılgın faytonlardan kıl payı kaçabilenlerin korku ve heyecan dolu çığlıkları uçuşuyordu havada… Aklıma faytonsuz bir ada geldi bir an. Düşünmek bile istemedim… Öte yandan o zavallı bir deri bir kemik hayvanların paramparça olmuş nallarıyla çekmeye çalıştıkları tıka basa insan dolu arabaları görünce de içim cız etmedi değil! “Keşke lâyığıyla, sağlıklarıyla, olması gerektiği gibi bakılabilseydi o hayvancıklar da, onlara da eziyet çektirilmeden fayton gerçek bir keyfe dönüşseydi”, diye düşündüm. Onları toptan ortadan kaldırmak, gözden çıkarmak; yok etmek, kolayı seçmek yerine; iyileştirmeye ve kaybetmemeye çalışmamak; yani zor olanı…

Neyse, biz kuyruklarda beklemek yerine adanın tadını adım adım yaşamak isteyenler, başladık kitleler halinde lunapark meydanına doğru yokuş yukarı yürümeye. Hem yürüyordum hem de etrafta bağıran satıcıların bazılarının sattıklarına anlam vermeye çalışıyordum. Makaralar, rengarenk mumlar, yağlar, sular ve bir sürü dilek objeleri… Bana anlatılanlardan bildiğim, Prens Adaları’nın en yüksek tepesine konumlanan Aya Yorgi Kilisesi’ne varıp içerde duasını edip mum dikerek dilek tutulması, adakları için de yere ufak çakıl taşlarıyla yapılan ev, bebek, araba gibi şekiller ve olmuş adakları için de din adamına okutulup ihtiyacı olanlara verildiğini sandığım şeker ve yağlardı. Çılgın kalabalıkların arasından yürümeye ve bir yandan fotoğraf çekmeye uğraşırken, ayağımın takılması ve az daha düşecek olmamla, makara makara iplerin işlevini görmüş oldum! Koskoca yokuş boyunca yolda yerde ve yanlarda adeta ipten duvarlar oluşturulmuştu. Birbirine dolanan ve dev yumaklara dönüşmüş, kimsenin bir kez takılmadan geçmediği iplerin neden yapıldığı, sonra kimlerin ve nasıl temizleyeceği, ya da kuşların ayaklarına dolanıp onları öldürmez mi, gibi olasılıklar aklımdan şimşek hızıyla ilk geçen sorulardı. Aralarında asılı bazı dilek notlarına bakayım dedim. Baktığım notların hemen hemen hepsinde “Allahım n’olur Tarkan’ı, Demet Akalın’ı, bilmem kimi (artistler, mankenler, şarkıcılar!!!) bir göreyim, bir öpeyim, bir bilmem n’apayım!” yazılıydı! Ürktüm. İçim burkuldu. Onca yolu bir dileğe, “Yaradan”ın, Yaratıcı’nın onlara lûtfedeceği bir dileğe mekân olsun diye seçtikleri bu kutsal noktaya kadar gelen insanlar bunları mı diliyorlardı?
Tüm Dünya’yı savaşlar ve felaketler sarmışken, ekonomik krizler dört bir yanda ve doğa insanların ihanetlerinin intikamını çeşitli çapta uyarılarla alırken, memleketimizde politikacılar göz göre göre bizleri yalanlarıyla, yanlışlarıyla idare ederken, kandırıp uyuturken, sayılamayacak kadar gencimiz meslek sahibi ve işsizken, iş sahibi olanlar da adaletsizce sömürülürken, okuyan, sorgulayan, yazan, çizen; biri bir diğerine “öteki” olan herkes hapislerde mahkûmken, memleketimizin doktoru öldürülüyor; sanatı, sanatçısı otokratlarca, eğitimi yıllardır atanmayı bekleyen öğretmenler dışında herkesçe ele geçirilmişken, ve daha ki sayılamayan onca adaletsizlik varken, tüm dilekler bu sığlıklardan ibaretken, insan ümitsizliğe düşmekten alamıyor kendini, birazcık da olsa…
80’lerden beri uygulanan eğitimsel ve toplumsal politikaların amacına vardığını görmek, belleksizleşmiş; analitik düşünce, bakış açısı ve özgün değerlendirme-mantıksallama yeteneğinden yoksun nesillerin toplumun büyük çoğunluğu olan yurttaş ve seçmenler olması ne üzücü; hele ki mahvettikleri, içini boşalttıkları, anlamsızlaştırdıkları geleceğin kendi gelecekleri olduğu düşünüldüğünde! Tüketim çılgınlığı ve kalitesiz müzik ve sanatla, programlarla donanmış, yıllardır “halk bunu istiyor” önermesiyle ucuz, kalitesiz ve niteliksize alıştırılmış, beyni yıkanmış, uyuşturulmuş; farklısını, ötesini bilmeyen nesillerin ve kitlelerin de talep ve dilekleri de ancak bunlardan ibaret olabiliyor yazık ki… Her şeye karşı olduğu gibi inandıklarını iddia ettikleri Yaradan’ı da tüketmeye, metalaştırmaya; kendi arzu ve isteklerine aracı etmeye kalkışmaları da bu yüzden, inandıklarını iddia ettikleri; içlerinde ve dışlarında; her yerde olduğunu iddia edip, inandıklarını sandıkları “Allah”larını, “Tanrı”larını bile kandırmaya yeltenen insanlar…Yaradan’ın bir evinin bahçesinde fütûrsuzca küfürler sarfeden, bu bahçeyi çöplüğe dönüştüren –ki aslında Dünya ve doğa da bir ev, bahçe, ve onu da en azından bu sebeple koruyup sakınmaları gerekirken-, birbirinin gönlünü kırmaktan sakınmayan, diğerlerine kabalıkta sakınca görmeyen, hep “ben” diyerek diğerlerini hiçe sayan, kendi iyiliği ve kendine hak gördükleri için başkalarının kötülüğüne davranmaktan çekinmeyen insanları görmek ve her gün artarak bunu görmek çok buruk doğrusu…
Kimi kandırıyorlar peki? Kendilerini mi; her şeyi yarattığını, aklı, zihni, kalbi okuduğunu, bildiğini söyledikleri Tanrı’larına karşı içlerinden, kin, kötülük, öfke, kötü sözler, bencillik, yalan, ikiyüzlülük ve düşüncesizlik dolu düşünce, davranış ve tavırlar geçerken; O’nun inananlardan tüm beklediklerine ihanet ederken “Yaradan”larını mı kandırıyorlar?
Kendi dilek mumlarının önüne mum diktiği için küfreden, kalabalıkta ayağına basana hakaretler savuran, “okuttuğu”şeker ve yağları fukaraya dağıtmak yerine yerlere döküp, pet şişe, ambalajlar ve ipliklerle beraber pislik deryasına dönüştüren insanların “gerçekten” inançlı ve kalbi temiz insanlar olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum…
Tepeye varıyorum. Kalabalıktan bırakın içeri girmeyi, yürümek bile imkânsız. Kilise duvarı, duvar aralarına sıkıştırılıp yakılmış mumların isiyle simsiyah. Rahip söndürüp, karşı tarafta yakmalarını istediğindeyse cevap hiç düşünmeden arkasından “iyi ki kiliseleri var yani, ne olur mum yaksak ki?”, oluyor. Ben “burası bir ibadethane ve tarihi bir bina, değil mi, peki ya sizin bir caminizin, tarihi bir caminizin duvarı mumlarla tahrip edilse siz kızmaz mıydınız?”, diye sorduğumdaysa, “aaa, haklısnız, hiç böyle düşünmemiştik”, diyorlar.
Çünkü bir sözü sarfetmeden, bir hareketi yapmadan hiç düşünmüyorlar, akıl ve fikirler tartıp, makul davranmıyorlar…İşte bu yüzden toplumsal hayatımızda da gönüller kırılıyor, bir dolu yanlışlar, haksızlıklar yapılıyor…Düşünmemekten!
Bir diğer kadın etraftakilere bağırıyor; “bana yol verin, o kadar yoldan geldim. Hem ben Hristiyanım, siz Müslümansınız!” ona da cevap vermekten alıkoyamıyorum kendimi kahretsin! “Bir "baba", "yaradan" evlatlarını ayırır mı? O halde burası da tüm inananların evi, öyle değil mi? Herkes birbirine saygı duysa da herkes içeri girse, kimse kimsenin hakkını yemese olmaz mı?” Bu defa cevap “hıh!” deyip, kafasını çevirip, homurdana homurdana giden karşı taraf oluyor! Yanımızdaki kişinin yorumu da “beğenmedi cevabınızı galiba!” oluyor.

Oldukça hayal kırıklığına uğrayıp, zihnen ve bedenen yorularak geri dönüş yoluna koyuluyorum bir an evvel, kafam binlerce düşünceyle dolu. Herkesin kendi akıl ve mantığıyla ulaştığı doğrular değişebilir, farklıdır; bu zaten açık.
Birçok izmler, adı farklı inanışlar, öğretiler olabilir. Ancak değişmez insani doğrular ve gerçekler vardır; olmalıdır, farkına varılmalıdır.
Bütün eğitim sistemlerinin, sosyal bilimlerin ve hatta dinlerin; inançların temeli de buna; yani karşımızdakilere saygı ve anlayışa; empatiye ve iyi niyete dayanmaktadır. Bilmek, öğrenmek, sorgulamak, akıl - mantık ve bilgi süzgecinden geçirilmiş makul sonuçlara varmak ve toplumca bu doğrultuda hareket etmek ve ilerlemek de bu değerlerin üzerine inşa edilir, edilmelidir ya da...

Böyle olmadığı, böyle olmadığımız sürece hep “öteki”ler ve bölünmeler, kavgalar olacak, ve biz hiç “bir ve bütün” olamayacağız; hiçbir anlamda!!!