8 Nisan 2013 Pazartesi

65. yılında Sabahattin Ali'nin faili hâlâ meçhul...

yıllaaar yıllarrrr önce sabahattin ali'nin yüreğinden süzülen; yine o güzel, yine o tertemiz, yine o dupduru sözcükler yüreğe dokununca, işte gece gece oluyor, yürek yürek; hissetmek anlam kazanıyor işte ve beklemek...hâ...

..sizler için küçük bir okumalık...buyurunuz...



Kazdağı'nın Adalar Denizi'ne bakan yamaçlarından birindeki

bir yörük obasına gidip dört beş gün kalacaktım.
  Edremit pazarına çıra ve bal satmaya geldiği zamanlar ahbap
olduğum ve devlet kapısında birkaç ufak işine yardım ettiğim
uzun boylu, ak sakallı bir yörük beni davet etmiş:
  -Çadırda yatmayı gözün tutarsa buyur! Taze bal yersin, kana
kana acı su (rakı) içersin!- demişti.
  Ben ona, bir daha kasabaya indiği zaman yanına katılıp geleceğimi
söylediğim halde, sıcak, rüzgarsız bir günün sabahında,
aklıma esiverince, yalnız başıma yola düzülmüştüm. Yerini
aşağı yukarı bildiğim obaya, uğradığım köylerde sora sora, öğleye
kadar varacağımı umuyordum.
  Yüzlerce, belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında
uzanan, çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır
ağır yürüyordum. Arkamdan yükselen güneş, gölgemi araba
izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor; deniz
tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar
rüzgarı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu. Kırağı yemiş
toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı. Tarla kuşlarıyla
serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu
yerlerden dalgalı bir buğu yükseliyordu.
  Kazdağı'nın eteklerindeki Zeytinli köyünün, bahçesi salkım
söğütlerle gölgelenmiş havuzlu kahvesinde bir çay içip,
Yüksekoba'nın yolunu sordum. Kahveci:
  -Hiç oraya varmadım ama, bildiğime göre, Beyobası'nı
geçtikten sonra Kızılkeçili Deresi boyunca dağa vuracaksın;
patlakların yanına gelince soldaki bayıra tırmanıp yaylada bir
kurşun atımı gideceksin!- dedi.
  Ne Beyobası'ndan, ne de patlaklardan haberim olmadığı
için adamcağızın yüzüne garip garip bakmış olmalıyım ki, güldü
ve ilave etti:
  -Yabancı adamın tek başına gideceği yer değil orası efendi.
Dağlarda, ormanlarda yolunu sapıtıverirsin!-
  -Yok canım, sora sora bulurum!-
  -Kime soracaksın?.. Beyobası'nı geçtikten sonra insan göremezsin ki!-
  Cevap vermedim. Kahveci fincanı götürdü. Ben: -Acaba
Edremit'e dönsem de bizim koca sakallı İsmail Baba'yı beklesem
mi?- derken tekrar geldi:
  -İşin rast gidiyor efendi!- dedi. -Yüksekoba'ya giden var,
sen de yanına katıl!-
  Hemen kalktım. Kahvenin önünde, yüzü güneşten yanmış,
ince saç örgüleri sırtına dökülmüş, kanarya sarısı üçetekli giymiş
bir yörük karısı vardı. Kahveci:
  -Hacer kız, efendi sizin obada Koca İsmail Baba'ya misafir
gidecekmiş, götürüver!- dedi.
  Kadın yüzüme üstünkörü bir göz attıktan sonra:
  -Hadi yürü!- emrini verdi.
  Yüzünü bana çevirdiği sırada, bu yörük karısının henüz on
sekiz yirmi yaşlarında bir kız olduğunu fark edip şaştım.
  O daima birkaç adım önde, ben arkasından yetişmeye çalışarak
yola koyulduk. Kahveci gülümseyerek arkamızdan bakıyordu.
  Köyün dışına çıkıp zeytinlikler arasına dalınca Hacer sarı
entarisinin eteklerini toplayıp beline soktu; alçak topuklu, kalın
rugan ayakkabılarını çıkarıp heybesine koydu; toprak üzerinde
çıplak tabanlarının izini bırakarak yürümeye başladı. Başındaki
ince, oyalı yazmanın altında küçük bir bal kutusu gibi kabaran
altınlı fesi, her adımda hafifçe titriyor; uzun boyu, heybenin
ağırlığı ile azıcık öne eğiliyordu.
  Hiçbir şey konuşmadan bir saat kadar yürüdük. Birkaç
meyve ağacının arasına serpilmiş beş on evden ibaret Beyobası'nı,
biraz sonra da, ulu bir çınarın gölgesinde yıkılıp dağılmaya
bırakılmış boş bir su değirmenini geçtik. Artık zeytinler bitmiş,
çam ormanları başlamıştı. Gün ışığı vurmayan, gölgeli, loş
bir boğaza iniyorduk. Karşımızda alabildiğine dik bir dağ yükseliyor,
onun henüz gözümüzden saklı bulunan eteklerinden
doğru, coşkun akan bir derenin uğultusu geliyordu.
  Hacer kız bir aralık başını çevirdi:
  -Dere boyundan gideceğiz. Suyu fazladır, bastığın yere
mukayyet ol!- dedi.
  Kayalar arasındaki dik ve dar bir patikadan inince Kızılkeçili
Deresi'yle karşılaştık. İki sırtın birleştiği dar boğazda kayadan
kayaya atlayarak köpüren sular, kulakları dolduran büyük
bir gürültü çıkarıyorlardı. Suyun kenarındaki dar yolda, çok
kere taştan taşa atlayarak, yürümeye başladık. Kah derenin kıyısına
kadar iniyor, kah tekrar sırta tırmanarak beyaz köpüklü
çağlayanlara yüksekten bakıyorduk. Boğaz gittikçe darlaşıyor,
iki yanda dimdik yükselen kayaların yarıkları arasından fırlayan
kocaman çam ağaçları, yan yatmış bir halde, boşluğa uzanıyordu.
Suların yalayıp parlattığı taşlarda çıplak ayaklarıyla
seken Hacer'e yetişmek için güçlük çekiyordum. Dağdan yuvarlanıp
derenin yolunu kapayan ev büyüklüğünde kayalar,
yahut bir kayanın beri tarafındaki yumuşak toprağı oyan sular,
dere boyunca yer yer büyük ve derin havuzlar meydana getirmişlerdi.
Bir kararda durmayan aynalarına etraflarındaki iri
çam veya çınar ağaçlarının gölgesi vuran ve suları içlerine çok
kere birkaç adam boyu yüksekliğinde bir kayadan köpük köpük
dökülen bu havuzlara her rastlayışımızda önümdeki kız
başını çevirmeden:
  -Buna Deli Büvet derler!-
  Yahut:
  -Buna Kunduzlu Büvet derler!- diye izahat veriyordu.
  Boğazın biraz genişlediği bir yere yaklaştığımız zaman, kulaklarımı
müthiş bir gürültü doldurmaya başladı. Hacer:
  -Sutüven'e geldik!- dedi.
  İki iki buçuk metre çapında bir borudan fırlıyormuş gibi
bol ve coşkun akan sular, bembeyaz bir kayaya varınca birdenbire
boşlukla karşılaşıyorlar, bir an, bir küçük an sanki duralıyorlar,
sonra, geldiklerinden daha müthiş bir hızla derin bir çukura,
sade köpük halinde dökülüyorlardı. Orada bir müddet
kaynaşıyorlar ve çalkalana çalkalana sağa kıvrılıp, beyaz taşlar
üzerinde sekerek, yollarına devam ediyorlardı. Kenara kadar
sokulup aşağıya bakınca insanın yüzünü serin bir buğu sarıyor,
ardı arası kesilmeyen bir gök gürültüsü iki yanda yükselen kayalık
dağlarda uğultulu akisler bırakıyordu. Bu çağlayandan
bahseden bir şiirin ilk satırları hep dudaklarımda idi:
  Bir kayadan duman duman,
  On yedi metre atlayan
  Dağ kokusiyle yüklü su...
  ...
  Akması tel tel ince saç,
  Düştüğü yerde üç kulaç,
  Mavi su, ak köpüklü su!.. (Mustafa Seyit Sutüven'in şiiri)
  Bir kenarda çömelip gözlerini bir bana, bir Sutüven'e çeviren
kız, heybesini tekrar sırtladı. Dere boyunca, iki dağın gittikçe
sıkışan yamaçları arasında, yeniden çıkmaya başladık. Menbaa
yaklaştıkça dere artık akmıyor, çağlayanlar şeridi halinde,
bir kayadan bir kayaya sıçrıyordu. Suyu aralarına alan kayalar
bir yerde daralıp birbirlerine iki adım kadar yaklaşmışlardı;
olanca hızlarıyla gelip bu cendereye giren sular, beş altı metre
uzunluğundaki dar boğazdan görülmedik bir hırs ve süratle,
ve simsiyah bir renk alarak geçiyorlar, kurtulduktan sonra da,
kumlu ve çakıllı yataklarına serilip, beyaz kabarcıklı kahkahalar
atarak fıkırdıyorlardı.
  Yolun adamakıllı çetinleştiği, iki taraftaki taşlara, çalılara,
çam fidanlarına tutunmadan yürümenin güçleştiği bir yerde
önümüze koskocaman bir büvet çıktı. Bir başından bir başı on
beş adım vardı. Üç adam boyu kadar derin olan suyu yüksekçe
bir kayadan dökülüyordu. Gövdesini dört kişinin zor kucaklayacağı
bir çınar havuza doğru eğilmiş, kalınlı inceli dallarını suyun
üstüne uzatmıştı. Şimdi boğazın alt başı hizasına gelen güneş,
iri yapraklar arasından geçerek büvetin dibindeki süt gibi
beyaz çakılları, iri kumları ışıldatıyordu. Döküldükleri kayanın
dibinden başlayarak yer yer anaforlar yapıp kenarları dolaşan
sular, havuzun alt başına gelince, birdenbire yollarını bulmuşlar
gibi, geniş bir kayanın üstünden hızla geçerek akıp gidiyorlardı.
  Hacer kız burada hiç durmadan yoluna devam etti. Ben
onun ardından yetişmeye uğraşırken, dönüp dönüp bu görülmemiş
güzelliğe bakmaktan kendimi alamıyordum. Suların gürültüsünü
bastırmak için bağırarak sordum:
  -Bu büvetin adı yok mu?-
  -Hasanboğuldu!-
  -Ne dedin?-
  -Hasanboğuldu!-
  -Kim Hasan?-
  -Zeytinli'den... Bahçıvan Hasan!-
  -Ne zaman boğulmuş?..-
  -Çok olmuş... Kırk elli sene var...-
  -Nasıl boğulmuş?-
  Kız durdu, geri dönüp, şimdi bulunduğumuz yüksek yerden
aşağıya, güneşin ışığıyla balık karnı gibi parlayan sulara ve
bunların üstünü yer yer örten çınara baktı: -Yaylaya varalım
da, azıcık oturur dinleniriz, o zaman anlatırım!- dedi.
  Tekrar yola koyulduk, bir hayli daha çıktık. Dönüp boğazın
geldiğimiz taraflarına baktığım zaman, ovayı epeyce aşağılarda,
adamakıllı küçülmüş olarak görüyordum. Zeytin ve kavak
ağaçlarının arasında kırmızı kiremitleri ve beyaz minareleri
görünen köyler birer oyuncak gibiydi.
  Hacer:
  -Patlaklara geldik; buradan dağa vuracağız!- dedi.
  İleriye dönüp baktım. Derenin iki yanında, sudan hemen
birkaç karış yukarıda, birbirlerinden ancak birer ikişer adım
uzaklıkta, yan yana belki yirmi tane pınar vardı. Kimi irice bir
taşın altından, kimi kumlu bir topraktan fırlıyor, binlerce kuşun
bir arada çıkardığı sesi andıran bir şırıltı ile dereye karışıyordu.
Koşup yüzükoyun yattım ve bunlardan birinin dayanılmayacak
kadar soğuk suyunu dinlene dinlene içtim. Hacer de çömelmiş,
avucuyla su alarak yüzüne ve şakaklarındaki saçlara
sürüyordu.
  Vücudumdan terler boşanarak dağa tırmanmaya başladım.
Dere sağımızda ve aşağıda kalmıştı. Üzeri kuru çam pürleriyle
örtülü keçiyolunda kayıp yuvarlanmamak için bazan diz üstü
çöküp bir ardıç dalını yakalıyor, bazan da tutar tutmaz köküyle
beraber elimde kalan bir kekiğe yapışıyordum. Nihayet bayır
mülayimleşti, biraz sonra da önümüz açıldı. Seyrek çamların
arasından ilerideki denizi gördüm. Birkaç adım daha yürüyüp
gölgeli bir yere oturduk.
  Hacer kız heybesini karıştırarak:
  -Yanında yiyeceğin yok herhalde!- dedi. -Sokul da ekmek
yiyelim!-
  Ben üç dört saatte obaya varacağımı sandığım için yanıma
bir şey almamıştım. Ne kadar acıktığımı şimdi birdenbire anlıyordum.
O, bu sırada önüme bir tutam yufka koymuş, yere serdiği
kırmızı yazma mendilin üstüne bir topak tulumpeyniri ile
birkaç taze soğan bırakmıştı. Hem yiyor, hem etrafıma bakıyordum.
Bulunduğumuz yer, denizden bin beş yüz metre kadar
yüksekte idi. Akçay iskelesinin önünde duran kayıklar, ağaçların
arasındaki seyrek binalar iğne topuzu kadar ufaktı. Karşıda,
Burhaniye'nin arkasında yatan Madra Dağları şekilsiz bir yığından
ibaretti. Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan
deniz, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli
Adası'na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından geçerek ufukta,
sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı'nın körfeze kadar yaklaşan
eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve
biçimde, irili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu. Arkamızda
Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara
uzatıyordu.
  Yanımdaki kız, ortada kalan yufkalarla peyniri mendile sarıp
heybesine yerleştirdi; ben, hemen kalkmayı asla düşünmediğimi
belli etmek ister gibi arkamdaki çama yaslanarak:
  -Hani şu Hasan'ın nasıl boğulduğunu anlatacaktın!- dedim.
  -Nasıl boğulduğunu gören yok ki... Yalnız orada boğulduğunu
söylüyorlar!-
  -İyi ya, neden boğulmuş?-
  -Obaya varınca kime sorsan diyiverir... Hadi yolumuza gidelim!-
  -Yok canım!- dedim. -Yemek üstüne hemen yola çıkmak
iyi değildir. Sonra obada İsmail Baba'yla konuşacak çok lafımız
var... Sen bildiğin kadarını söyleyiver!-
  Hacer heybeyi tekrar yanına bırakarak azıcık düşündü. Bir
aralık gözlerini üstümde gezdirerek hikayesini ne dereceye kadar
alaka ile dinleyeceğimi, ne kadar anlayabileceğimi keşfetmek
ister gibi beni süzdü. Genç yüzünde büyük bir ciddilik, iri,
siyah gözlerinde dalgın bir hal vardı.
  -Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...- diye başladı. Anlatırken
önüne ve ara sıra ovaya bakıyor, güzel bir delikanlı eline
benzeyen irice elinin şahadetparmağıyla toprağı karıştırıyordu.
  -Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış... Ufacık bir bahçesi
varmış; yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider,
koca anasıyla yaşar dururmuş. Daha da pek genç imiş; hani
bıyığı yeni terlemiş. Anasından başka kadına göz kaldırıp
bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya,
oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış... Pazarlara gidip bostan
ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş. Bizim
obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar... Anam daha
şuncağız çocukmuş... İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan
Emine, Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş... Anam Emine'yi
bilirdi; sekiz yük balları varmış; babası ağaç devirip kereste
yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış. Dağ gibi bir
kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş.
Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış.
Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca
ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından
öpermiş... İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan
bostan almış; hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da
onun için... Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken:
  'Yörük kızı!' demiş, 'Yükün ağır oldu. Kazdağı'nın yolu çetindir,
nasıl çıkacaksın?'
  Emine onun yüzüne gülüvermiş de:
  'Ne sandın düz ovalı!' demiş, 'Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız
bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..'
  Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş, ama ertesi pazar
yine onun sergisine varmış:
  'Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!' demiş;
omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış, Hasan'a
vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş:
  'Ne zahmet ettin, yörük kızı!' demiş, ama Emine cevap vermeden
gülüp yürümüş.
  İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken, Kadıköy
Mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi sırtında
ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan ardından
yürümüş, sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp Emine'nin
yanına varmış:
  'Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?' diye sormuş.
Emine, Hasan'ı görünce:
  'Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan! Ben Yüksekobalı'yım
sen nerelisin?' demiş.
  'Ben Zeytinli'denim... Köye kadar yolumuz bir... Heybeni
eşeğin üstüne at da rahat git!..'
  'Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yük
ile nasıl çıkarım?'
  Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler; az konuşmuşlar,
çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş.
Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler... Emine arada
bir Hasan'ın, Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona
süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine'ye dut silkivermiş, kiraz,
vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan
yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş. Ama Hasan'ın
anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil... Oğlunu
önüne oturtup:
  'Oğlum, Hasan!' demiş. 'Baban öleli beri evin erkeği sensin...
Ben bugün varsam yarın yoğum... Evine bir kadın lazım.
Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin...
Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde
obasına gidip isteyeyim... Güz yaklaştı; zeytinden sonra
düğününüzü yaparız...'
  Hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş.
Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği
bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:
  'Emine' demiş, 'bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü!
Kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya
ben sana geleyim!'
  Emine'nin yüzü sapsarı olmuş:
  'Ah, Hasan!' demiş, 'Kışın derdi senden evvel benim içime
çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim,
ne sen benim obamda... Bu yaz büyük günah işledik... Artık
sen beni unut, ben de seni unutayım...'
Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış; Emine'nin
eline sarılmış:
  'Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!' demiş, 'Senin
tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur?
Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın, ben zeytine
giderim, kimseye muhtaç olmayız...'
  Emine acı acı gülmüş de demiş ki:
  'İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş; bunu düşündüğüm
yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam.
Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine
dert olur... Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler,
benim içime dert olur... Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve
inmemeli... Ben seni görmemeliydim... Gördüm, sözüne uymamalıydım...
Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün
etti bunları... Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi
düşte görmüş de uyanmışız... Bırak beni dağıma gideyim!'
  Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış
kalmış...
  Hacer toprakla oynayan parmağını eteğine silerek, önce
bana, sonra ileriye, boşluğa baktı. Ben gözlerimi onun yandan
görünen yüzüne dikmiştim. Bakışının hala tesiri altındaydım.
İnsan ruhlarının ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı
ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu genç
yörük kızı sanki birdenbire büyüyüvermişti. Gözlerini çevirmiş,
aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı
zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl
yanan ovaya bakıyordu.
  Dağınık siyah kaşların altında düşünceli duran gözleri,
sımsıkı kapalı ince dudakları, tozlu ve hala biraz terli yanakları
çam dalları arasından sızan güneşte parlıyor; çocuk çizgilerini
henüz kaybetmemiş olan yüzü garip bir olgunluk ifadesi alıyordu.
  Aşağılarda kalan derenin uğultusu rüzgarın esişine göre
azalıp çoğalarak bize kadar geliyor, çamların mırıltısına karışıyordu.
Baygın bir kekik ve çam kokusu ortalığı doldurmuştu.
Hacer kız elini yanına uzatarak yerden kuru bir kozalak aldı;
parmaklarıyla onun dişlerini büküp kırmaya başladı. Sonra başını
bana çevirdi, elinde ufaladığı kozalağın çıtırtılarına karışan
hafif bir sesle yeniden anlatmaya başladı:
  -O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine
gelmemiş. Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı
eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp
ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. En sonunda bir gün dayanamamış;
Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst
başında, Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi
beklemiş. O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. Az sonra
Emine yolun alt başında görünmüş. Onun da yüzü sarı, hali
perişanmış. Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan
oradan geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:
  'Emine!' demiş, 'Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit
çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze
sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim;
ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi
dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup
gitme!..'
  Emine durmuş, Hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna
silmiş:
  'Hasan' demiş, 'yüreğimi deldin! Ne çare ki dediğin olacak
iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz... Dağın suları serindir
ama, yolları sarptır, kışı çetindir... Kar altında odun kesmek,
bahçeye bostan ekmeye benzemez. Benim erim diye götürdüğüm
adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!.. Ben seni bildim,
artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor; ama anamın, babamın,
akranımın yanında seni küçük düşüremem. Sal beni gideyim!..'
  Hasan ayak diremiş: 'Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini
kardeş bilip işlerine koşarım; eğer of dersem kov beni köyüme
gönder!' demiş.
  Emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış: 'Haftaya
burada bekle de cevabımı al!' demiş.
  Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış; hak
alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş... Çok
geçmeden yörük kızı görünmüş... Sırtında koca bir çuval varmış,
içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.
  Hasan'ın yanına gelince:
  'Hasan!' demiş, 'Anamla, babamla danıştım; onlar da emmilerimle
danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın onduğunu
gören yok. Deli kız, deli kız! dediler. Yüksekoba'da
gönlünü verecek yiğit mi bulamadın? Ben de: Herkesin yiğidi
kendi gönlüne göreymiş! dedim. Peki öyleyse dediler, bir sına
bakalım, senin yiğidin Kazdağı'ndaki yörük Emine'ye er olacak
adam mı? Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik): Zeytinli'den kırk has
okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle
Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak.
Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit
bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!'
  Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış. Emine'nin önüne
düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış. Beyobası'nı geçmişler,
bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış, Hasan'ın
yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor... Az önce genişleyen
yüreği daralmış:
  'Kendine yazık etme, Hasan!' demiş. 'Ver çuvalı bana, ben
gideyim! Sen bahçene dön!'
  Hasan soluk soluğa:
  'Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!'
deyip yürümüş. Emine'nin yüreği daha da daralmış ama
çaresi yok. Eski değirmeni geçmişler, Sutüven'in yanına gelince
Hasan durmuş:
  'Emine!' demiş, 'Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı...
Dur bir soluk alayım!'
  Emine:
  'Kavlimizde durup dinlenmek yok!' deyip yürümüş. Hasan
bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş. Az daha gitmişler;
Hasan yine durup yalvarmış:
  'Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın! Bu
kadarı yeter, hadi köye dönelim!'
  Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı
vurmamış:
  'Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil! Ver çuvalı
ben gideyim' demiş.
  Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş. Demin yanından
geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden oraya Gök Büvet
derlermiş. Hasan oraya geldiğinde dizleri bükülüvermiş,
olduğu yere çökmüş:
  'Ah, Emine!' demiş, 'Beni boş yere yaktın. Ben bu dağlara
çıkamayacağım, gel köye dönelim!'
  Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen
çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş.
Çalıların ardında kaybolup giderken, Hasan anasız kalmış yavru
kuş gibi bağırmış:
  'Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda
bırakıp gitme!'
  Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna
düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın
bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:
  'Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan
gel!' diye seslenirmiş.
  Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına
bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu
görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış,
kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden
fırlamış:
  'Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!' demiş.
  Anası babası sormuşlar:
  'Hasan'ı nerde bıraktın?'
  'Gök Büvet'in orda!'
  'Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?'
  Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz,
durup dinler, sonra:
  'Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu... Dur bir varıp
bakayım!..' dermiş.
  O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda sabahacak
dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş. Bakmış oralarda
kimsecikler yok... Suyun yanından geçip gidermiş, bir de
ne görsün: Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından
birine takılmış, yüzüp duruyor... Onu oradan aldığı gibi
koynuna sokmuş... Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:
  'Hasanım! Ses ver de yanına varayım!' diye bağırmaya başlamış.
Her defasında dağlar taşlar ses verir:
  'Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan
geleceksin!' dermiş.
  Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında
dolaşıp Hasan'ı aramış. Zeytinli'ye inip anasından sormuş.
Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.
  Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar
(inanmışlar): 'Güz yağmurlarından derenin suyu coştu. Ölüsü kim bilir
hangi kovuğa girip kaldı? Belki de sular aldı denize götürdü!'
derlermiş. Emine bunu duyunca:
  'Yalan!' demiş, 'Hasan ölmedi ki! Beni çığırıp duruyor ama
yerini diyivermiyor. Araya araya bulurum helbet!'
  Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar. O bir yolunu
bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş. Gök Büvet'in
yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. Bir
gün anasına:
  'Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek.
Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!' demiş.
  Anası:
  'Amanın kızım, neler oldu sana?' diye ağlayıp dövünmüş.
Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş. Akşamüstü oradan
geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki koca çınarın dalında,
Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar.-
  Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek:
  -İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar;
koca çınara da Emine Çınarı derler. Hadi, geç olmadan yolumuza
gidelim!..-
  Akşam yaklaştığı için aşağıdan doğru derenin uğultusu
daha çok duyuluyordu. Kalkıp yürümeye başladık. Güneş Sarıkız'ın
arkasına girmiş, bulunduğumuz yeri birdenbire artan serin
rüzgarlara bırakmıştı. Eteklerine kadar çam, oradan denize
kadar zeytin ormanlarıyla örtülü olan Kazdağı'nın bu yamacında
saatlerce süren bir akşam başlamıştı. Güneş bin yedi yüz
metrelik dağın arkasına adeta vaktinden evvel saklanmakla,
günün bu en güzel zamanını sanki isteye isteye uzatıyordu. Midilli
tarafından esen bir rüzgar körfezin girinti ve çıkıntılarında
kırılarak boyuna yolunu değiştiriyor, suların üzerinde ayrı ayrı
taraflara koşuşan dalgacıklar meydana getiriyordu. Güneşin,
Madra Dağları'nın üstündeki bulutlara vurarak onları kızıllaştıran
ve oradan tekrar denize akseden son ışıkları, başka başka
istikametlerde kırışan sularda türlü renkler yaratıyordu. Dağın
eteklerine sıralanan ve bazan hemen önümüze kadar yükselen
tepeler, birbiri üstüne yığılmış karanlık bulut kümeleri gibi görünüyordu.
Daha uzaklarda, Ayvalık'ın karşısındaki Cunda
Adası'nın alçak tepeleri, Kazdağı oralara siper olmadığı için,
hala güneşin kırmızı ışıkları içinde yanıyor; biraz daha arkada,
Midilli'nin o taraflara kadar uzanan kollarına karışıyordu. Rüzgar
çamların dallarında uğulduyor, önünde giden Hacer kızın
etekleri ve ince örülü saçlarını öne doğru savuruyordu. Saatlerce
beraber geldiğimiz bu kızın ne kadar güzel, ne kadar ahenkli
bir yürüyüşü olduğunu ilk defa fark ediyordum: Olgun bir
buğday tarlasında ilerliyormuş gibi hafifçe dizlerini kaldırarak
ve başını ileri geri sallayarak adım atıyor; çimenlerin ve renk
renk çiçeklerin, üstüne çıplak ayaklarıyla basarken vücudunun
ağırlığı olmadığı hissini veriyordu.
  Yanına sokuldum:
  -Hacer kız- dedim, -Emine'nin Gök Büvet'te oturup söylediği
koşmalardan bildiğin var mı? Obaya varmadan bana bir
tanesini söyleyiver!-
  Durdu. Gözleri, etrafımızı saran manzaranın ve biraz evvel
anlattığı hikayenin içinde kaybolmuş gibi büyük ve dalgındı.
Şakaklarında, tozlarla karışıp sonra kalın çizgiler halinde kuruyan
terlerin izleri vardı. Derin derin nefes alıyordu. Bu anda
onu, etrafını saran tabiattan ayırmaya imkan yoktu. Akşamın
loşluğu içinde topraktan, çiçeklerin arasından fırlayıp büyüyüvermiş
bir mahluk gibiydi. Yavaşça dudaklarını oynattı:
  -Sana Emine'nin bir koşmasını okuyuvereyim!- dedi. -Hasan'ına
kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler!..-
  Biraz düşündü; gözleri kapalı ilave etti:
  -Kim bilir...-
  Sonra arkasındaki çam ağacına sırtını dayadı, heybesini
sağ omuzundan yere düşürdü, gözlerini yere dikti; hafif, fakat
tüyleri ürpertecek kadar içli bir sesle şu koşmayı okudu:
  Uzaklardan sesin aldım;
  Çevreni derede buldum;
  Nereye gittiğin bildim,
  Hasanım arkandan geldim.
  ...
  Sarı kahküllü, dal boylum;
  Saz benizli, ayva tüylüm;
  Tatlı sözlü, melek huylum,
  Hasanım ardından geldim.
  ...
  Köyden, obadan koğulan,
  Duru sularda boğulan,
  Toz köpük olup dağılan
  Hasanım ardından geldim.
  ...
  Sarp dağlara getirdiğim,
  Kavuşmadan yitirdiğim,
  Ak kefensiz yatırdığım
  Hasanım ardından geldim.
  ...
  Emine'yi yaslı eden,
  Kerem olup Aslı eden,
  Dağı taşı sesli eden
  Hasanım ardından geldim.
  1942