10 Ocak 2010 Pazar

Güle...

Güle soktum bedenimi; ölmedim...
Yaralarımı gösterdim...
övünç sanki...
bir büyük boşluk...
...içindeyim düşmüşüm ölmemişim

ama uyuyamıyorum....
içim tek odalı...dışım çok...
yersizim...
içimde yağmurlar
gözyaşım
küf
kaplamış beni
elyordamıyla anlıyorum...

kurtulmalı bundan...
vazgeçmeli sonbaharı yazmaktan
yazı sonbahara atmaktan..
içim yazım sızım
durma sen de göster yaralarını
değiş tokuş et benimle
içimde bunca pençe
içimde bunca küf
içimde bunca yoksunluk
boşuna değil...
gel yıka...gel arıt...

gel...

ki.

Yet

er.

öğrendim söylemeyi
dışımda bir yağma; bir talan endişesi
içimde en korkunç yanılgılar
öğrendim susmayı

dört bir yanım korku
öğrendim ağlamayı
dizlerim yorgun dövülmekten
dört bir içim ağıt...

zamana astım hüznümü
gözyaşlarımla çiviledim
o yaşlar ki benim tarihim kadar eski
ve benim tarihim kadar yanlış
yanılmış
yanmış...yana yakıla...

kaçtığım her yer çıkmaz sokak...
etime sırtlanlar...kanıma böcekler...
sabrın nakşıyla işledim beklememin çeperini
kalbimde çarpmak yorgunluğu
dışım en derin bir kuyusu sensizliğin
sonsuzluğun
yoksunluğun

“iğim batar elime, kanatır kanatır kanatır aman....
bilmen ki canımı, acıtır aman acıtır aman...
duyma bilme üzülme;
bu sensizlik var ya bana öyle yaman öyle yaman öyle yaman...
vallah yaman billah yaman...

The Ballad of the Sad Café by Carson McCullers -a short excerpt-

"there are the lover and the beloved, but these two come from different countries. often the beloved is only a stimulus for all the stored-up love which has lain quiet within the lover for a long time hitherto. and somehow every lover knows this. he feels in his soul that his love is a solitary thing. he comes to know a new, strange loneliness and it is this knowledge which makes him suffer. so there is only one thing for the lover to do. he must house his love within himself as best he can; he must create for himself a whole new inward world - a world intense and strange, complete in himself. let it be added here that this lover about whom we speak need not necessarily be a young man saving for a wedding ring - this lover can be man, woman, child, or indeed any human creature on this earth.

now, the beloved can also be of any description. the most outlandish people can be the stimulus for love. a man may be a doddering great-grandfather and still love only a strange girl he saw in the streets of cheehaw one afternoon two decades past. the preacher may love a fallen woman. the beloved may be treacherous, greasy-headed, and given to evil habits. yes, and the lover may see this as clearly as anyone else - but that does not affect the evolution of his love one whit.
therefore, the value and quality of any love is determined solely by the lover himself. it's for this reason that most of us would rather love than be loved. almost everyone wants to be the lover. and the curt truth is that, in a deep secret way, the state of being beloved is intolerable to many. the beloved fears and hates the lover, and with the best of reasons. for the lover is for every trying to strip bare his beloved. the lover craves any possible relation with the beloved, even if this experience can cause him only pain."

8 Ocak 2010 Cuma

kahve, adam ve kadın...


“Sanırım kahveye hayır demezmişsiniz” dedi, adam.

“Bunu da nereden biliyorsunuz?” dedi, kadın.

“Sadece bir his, diyelim” dedi adam kinayeli bir sesle...

“Peki o halde, içelim! Doğru, kahveye hayır diyemem kolay kolay” diye karşılık verdi kadın; muzip, sevinçli, heyecanlı, şaşkın, vurgun, havai fişekli duygularla kaplı ve ama tüm bu duygularını gizlemeye çalışır, ama ne kadar başarılı olduğu tartışılır bir tonla...

Kadın gitti adamın yanına.

Adam oradaydı.

Adam kadını gördü.

Kadın da adamı.

Adam kocaman gülümsedi.

Kadın belki daha da büyük ve pembe.

Motorundan indi kadın.

Adam “nerede içelim kahvemizi?” diye sordu.

“Çantamda kırmızı termosumda taze çektirdiğim Kolombiya kahvesi var”, “Seversiniz umarım” dedi kadın. “Yani hem kahvemi hem de sokaklarda içme fikrimi!”. “Dışarıda yapılan kahveler ne tazeliğiyle ne de aromalarıyla pek tatmin etmiyor beni, ee ne de olsa iflah olmaz bir tiryakiyim, belki de ne yazık ki demeliyim!” dedi kadın.

“Çantasını açıp 2 tane incecik ve zarif porselen fincan çıkarttı” adam. “Tahmin etmiştim! Daha doğrusu dilemiştim...” dedi adam...

Hava sıcaktı oldukça.

Denize yakın bir ağaç gölgesi görüp oraya doğru yürüdüler.

Ağacın yanındaki yüksekçe duvarı hem masa hem sandalye olarak seçtiler.

Duvar oldukça yüksekti.

Adam elinden tuttu kadının.

Kadın zıplayıp duvara oturdu.

Adam beklemediği bu yüksek sıçrama karşısında hayretle gülümsedi.

Kadın da sol kaşını kaldırıp ağzının tek yanıyla gülümseyerek başını sola eğip, aynı anda sol omzunu da kaldırdı yavaşça “yani, işte öyle” dercesine...

Hava sıcaktı.

Gölge oldukça serindi.

Hava tertemiz ve ferah deniz kokuyordu, rüzgarla gelen.

Kahve çok taze ve güzeldi.

Güzel kokuyordu.

Kadın vardı ve oradaydı.

Kahvesi elindeydi.

Şiirleri de vardı ve oradaydılar.

Adam...