25 Kasım 2012 Pazar


...bazen küçük bir an için, ömür bile verilir...

...bazen küçük bir an için, ömür bile verilir...

...bazen küçük bir an için, ömür bile verilir...

...bazen küçük bir an için, ömür bile verilir...

24 Kasım 2012 Cumartesi

...sözcüklerin bilinci, damıtıldıkları yürekten gelir...


“Günce tutmak beni yatıştırıyor”, diyor, elias canetti “sözcüklerin bilinci” kitabında…
Hemfikir olmamak mümkün mü? 
Bir şekilde söyleyemediklerini, kimseyle paylaşamadıklarını paylaşıyor insan güncesinde…Tuhaf aslında. Kimseyle değil, kendini kendinle paylaşıyorsun! Ama öte yandan da yaşanmışlıkları bir anlamda unutulmaktan, yoksayılmaktan ve detayları tarihinde yok olmaktan kurtarmanın tek yolu günceye yazmak…
Güncem de benim kuyum işte, bağırıp duruyorum içine doğru kalemimle…Bu hayatın kulakları…..diye…………………………..

Susmayı, susabilmeyi çok istiyorum, ama içim çığlık çığlığa…Kabullenemeyişimden,  sindiremeyişimden, içimin acımasından…

....devamını sorsan.................................................belki yarın, belki yarından da yakın................................g.

...yirmidörtkasımikibinoniki...

Oldukları ya da olamadıkları! İşte bütün mesele!


     Ben bir psikiyatrist ya da psikolog değilim. Dolayısıyla bu yazı da bilimsel bir yazı değil, tamamen benim yaşadıklarımı, gözlemlediklerimi ve sonuçlarını okuduklarımla sentezleyerek ulaştığım çıkarımlarımı içeren öznel düşüncelerimdir...

     İnsanların dış dünyayla başa çıkabilmek, mücadele edebilmek; ayakta durabilmek, kendi olabilmek ya da “biri” olabilmek için, adına farklı savunma mekanizmaları, edindikleri farklı oluş-varoluş biçimleri var.

     Kimi kişiler kendileriyle ilgilenirler. Öncelikle kendileri değiştirip, dönüştürmeye, “oldurmaya”, “olgunlaştırmaya”, varetmeye çalışırlar. Kendi hataları, eksiklikleri ile uğraşırlar. Diğerlerinin doğru yaptıklarını düşündükleri durumlarda yapıcıdırlar, takdir ederler, desteklerler. Kendileriyle ilgili kompleksleri, eziklikleri yoktur, bilgiyi, bildiklerini, güzellikleri paylaşarak çoğaltmak onları mutlu eder. Kendileriyle barışık olduklarından, oldukları gibidirler; oldukları gibi davranır ve görünürler. İç huzuruna sahiptirler. Berraktırlar. Triklere-trüklere ihtiyaç duymazlar insanlarla ilişkilerinde. Dosdoğru ve dürüsttürler. Kendileri gibidirler, başkası olmaya öykünmezler. Hatta kendilerine zaman zaman zarar verecek “ötekilere” karşı bile, çünkü onlar “öyle”dirler işte; kendileri için; başkaları değil. Kararlarını verirken akıl-mantık süzgecinden geçirip, doğru adımları  ve “doğru zamanda” atmaya gayret ederler. Sadece kendileri değil, aynı zamanda tüm insanlar, tüm diğerlerini de yoksaymayarak, gözardı etmeyerek, hiçleştirmeyerek davranmaya çalışırlar. Yanılmak, üzülmek, kırmak, pişman olmak istemedikleri gibi, yanıltmak, üzmek, kırmak, pişman etmek de istemezler kimseyi. Çünkü “insan”a değer verirler, öncelikle salt insan olduğu için. Akıl, fikir, vicdan, ruh ve “bilinç” sahibi oldukları için.

     Bir diğer grup insan ise, hayatı boyunca hep olmadığı, olamadığı şeylerin içsel mücadelesindedir. Hep olamadıklarına ve eksikliklerine odaklanır ve her daim olamadıklarının eksikliği ve ezikliği ile –artık bir noktadan sonra farkında bile olmadan, bilinçaltıyla- sahip olamadıklarına “aslında istese sahip olabileceğini” ve “kendi bildiklerinin hep doğrusu olduğunu” ispatlamaya çalışmakla geçer hayatı; başkalarının hayatlarına müdahele etmek, mutluluklarını, mutlu olma biçimlerini ve yaşayışlarını sorgulamak, hatta kimi zamanlarda; yanlış gördüğü zamanlar ve durumlarda bir şekilde engellemek, yoketmek, son vermek pahasına yapar bunu… Öykündüğü hayatlara kendini, olduğu değil edindikleriyle ispatlamaya, göstermeye, varetmeye çalışır. Özgüvensizliğini, aşırı özgüvenli maskesi, kisvesi altında kamufle etmeye çalışır. Herşeyi bildiğini, her yaptığının, söylediğinin, düşündüğünün doğru olduğunu düşünür, hatta inanır ve o yöndeki diğer tüm fikir ve düşüncelere kulaklarını tıkayarak yaşar, kararlarını kendi bildiği doğrultuda alır ve davranır...Hele ki biraz zeki ise de bunu başarılı dil manevralarıyla çok iyi becerir. Egoisttir. Kibirlidir. İddiacıdır. İnatçıdır. Eleştirilmeyi asla kabullenmez ama –mış gibi yaparak olgun kişi imajını korumak ister. Kontrol delisidir ve herkesin üzerinde hegemonya kurmaya meyillidir, ki bu doğal olarak bilinçaltındaki özgüvensizliğinden kaynaklanır; kontrol onda olmazsa güvende hissetmez, paranoyakça korkuları vardır çünkü. Bildiklerini, diğeri onun önüne geçer korkusuyla; hissetiklerini ise kendisine karşı kullanılabilir ve bu ona zayıf hissettirebilir, ya da zaafları anlaşılabilir; ele geçirilebilir korkusuyla paylaşmaz.

     Ve böylece sürekli “strateji ve oyunlarla” kurgulayarak kendi özbenliklerini bile unuttukları hayatları, doğru olduğuna inandıkları ve asla kabullenmedikleri hataları, mükemmel mutsuzlukları ve farkında bile olmadan etraflarındaki herkesi aşağıya çektikleri gerçeğiyle geçer durur…

                                                        lakırtı kavafı-yirmidörtkasımikibinonikiistanbul…kırıkdört.

6 Kasım 2012 Salı

sen "sen" ol! "sen"i güzel yapan da budur zaten...



bazen sözcüklere gerek yoktur...sometimes you don't need words...

bu ve benden, bundan daha fazlası burada...
this and more from me, of this:

M. Mungan'ın Aşkın Cep Defteri'nden kısa bir alıntı...

...Birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar. Belli ki, sınanmış, denenmiş bir dostluk bu. Uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün gölgeli bir saatinde, yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşacağımız, omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayacağımız bir omuzun, belimizi kavrayan bir eli
n, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu? Değerini biliyor; biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?


Yoksa, hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp, kendimizi hep ileride bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza çıkan insanları yolumuzun dışına sürerken ya da incitirken, bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, “eskitmeden yıprattığımız” dostlukların, “savurganca harcadığımız aşkın” hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün.
Bir akşamüstü yanımızda kimsecikler olmaz. Ya da olanlar, olması gerekenler değildir.

...Bazılarının “gelecekte” sandıkları bir gün, çoktan geçmişte kalmıştır oysa…

1 Kasım 2012 Perşembe

Küçük Prens - XXI


Küçük Prens - Bölüm XXI - Yani en sevdiğim bölüm!

                                           
    İşte tilki o zaman ortaya çıktı.
    "Günaydın," dedi küçük prense.
    "Günaydın," dedi küçük prens nazikçe, ama kimseyi görememişti.
    "Burdayım," dedi tilki. "Elma ağacının altında."
    "Kimsiniz" dedi küçük prens. Sonra da, "Çok güzel görünüyorsunuz," diye ekledi.
    "Tilkiyim ben," dedi tilki.
    "Benimle oynar mısın?" dedi küçük prens. "Çok mutsuzum."
    "Hayır," dedi tilki. "Oynayamam; evcil değilim ben."
    "Öyle mi? Bağışla beni," dedi küçük prens. Ama bir süre düşündükten sonra, "Evcil ne demek?" diye sordu.
    "Sen buralı değilsin," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"
    "İnsanları arıyorum," dedi küçük prens. "Evcil ne demek?"

    "İnsanları mı arıyorsun? Silahları var ve avlıyorlar. Çok can sıkıcı. Ayrıca tavuk yetiştiriyorlar. Tek konuları bunlar. Tavuk mu arıyorsun?"
    "Hayır," dedi küçük prens. "Arkadaş arıyorum. Evcil ne demek?"
    "Genellikle ihmal edilen bir iş," dedi tilki. "Bağlar kurmak anlamına geliyor."
    "Bağlar kurmak mı?"
    Tilki, "Yani," dedi, "örneğin sen benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum..."
    Küçük prens, "Anlıyorum galiba," dedi. "Bir çiçek var... Galiba o beni evcilleştirdi..."
    "Olabilir," dedi tilki, "dünyada böyle şeyler hep olur."
    "Ama hayır, o Dünya'da değil," dedi küçük prens. Tilki şaşırmıştı. Merakla,
    "Başka bir gezegende mi?" diye sordu. "Evet."
    "Orada avcılar var mı?" "Yok."
    "Aman ne hoş! Peki tavuklar?" "Hayır, tavuklar da yok."
    "Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diyerek içini çekti tilki.
    Birden aklına bir fikir geldi.
    "Benim yaşamım çok tekdüze," diye anlatmaya başladı. "Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da... Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgârın sesini de seveceğim..."
    Tilki uzun bir süre küçük prense baktı. Sonra da, "Lütfen... Evcilleştir beni!" dedi.
    "Çok isterim," dedi küçük prens, "ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."
    "İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için
dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."
    "Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye sordu küçük prens.
    "Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."
    Ertesi gün küçük prens yine geldi.

    "Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..."
    "Alışkanlıklar mı?"
    "Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir," dedi tilki.
    "Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin benim avcılarımın bir alışkanlığı vardır. Her perşembe köyün kızlarıyla dansa giderler. Bu nedenle perşembeleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler. Ama avcılar dansa herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı."
    Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, "Ağlayacağım," dedi.
    "Benim bunda bir suçum yok," dedi küçük prens. "Seni üzmek istememiştim, ama evcilleştirilmeyi sen istedin..."
    "Evet, orası öyle," dedi tilki.
    "Ama ağlayacağını söylüyorsun."
    "Evet, öyle," dedi tilki.
    "O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı!"
    "Çok iyi oldu!" dedi tilki. "Buğdayların rengini düşün."
    Sonra da, "Gidip güllere bak şimdi," diye ekledi. "Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim."
    Küçük prens gidip güllere baktı.
    "Siz benim gülüme benzemiyorsunuz," dedi. "Hatta hiçbir şeysiniz şu anda. Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok."
    Güller çok utanmışlardı.
    "Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için," diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçen biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o. Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı, ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. 
Çünkü o benim çiçeğim."
    Tilkinin yanına döndü sonra.
    "Hoşça kal," dedi.
    "Hoşça kal," dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez."
    "Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi küçük prens; unutmamalıydı bunu.
    "Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır."
    "Onun için harcamış olduğum zaman..." diye yineledi küçük prens. Unutmamalıydı bunu.
    "İnsanlar unuttular bunu," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun..."
    "Ben gülümden sorumluyum," diye yineledi küçük prens. Bunu da unutmamalıydı...
Chapter XXI
It was then that the fox appeared.
"Good morning," said the fox.
"Good morning," the little prince responded politely, although when he turned around he saw nothing.
"I am right here," the voice said, "under the apple tree."
"Who are you?" asked the little prince, and added, "You are very pretty to look at."
"I am a fox," said the fox.
"Come and play with me," proposed the little prince. "I am so unhappy."
"I cannot play with you," the fox said. "I am not tamed."
"Ah! Please excuse me," said the little prince.
But, after some thought, he added:
"What does that mean-- 'tame'?"
"You do not live here," said the fox. "What is it that you are looking for?"
"I am looking for men," said the little prince. "What does that mean-- 'tame'?"
"Men," said the fox. "They have guns, and they hunt. It is very disturbing. They also raise chickens. These are their only interests. Are you looking for chickens?"
"No," said the little prince. "I am looking for friends. What does that mean-- 'tame'?"
"It is an act too often neglected," said the fox. It means to establish ties."
"'To establish ties'?"
"Just that," said the fox. "To me, you are still nothing more than a little boy who is just like a hundred thousand other little boys. And I have no need of you. And you, on your part, have no need of me. To you, I am nothing more than a fox like a hundred thousand other foxes. But if you tame me, then we shall need each other. To me, you will be unique in all the world. To you, I shall be unique in all the world..."
"I am beginning to understand," said the little prince. "There is a flower... I think that she has tamed me..."
"It is possible," said the fox. "On the Earth one sees all sorts of things."
"Oh, but this is not on the Earth!" said the little prince.
The fox seemed perplexed, and very curious.
"On another planet?"
"Yes."
"Are there hunters on this planet?"
"No."
"Ah, that is interesting! Are there chickens?"
"No."
"Nothing is perfect," sighed the fox.
But he came back to his idea.
"My life is very monotonous," the fox said. "I hunt chickens; men hunt me. All the chickens are just alike, and all the men are just alike. And, in consequence, I am a little bored. But if you tame me, it will be as if the sun came to shine on my life. I shall know the sound of a step that will be different from all the others. Other steps send me hurrying back underneath the ground. Yours will call me, like music, out of my burrow. And then look: you see the grain-fields down yonder? I do not eat bread. Wheat is of no use to me. The wheat fields have nothing to say to me. And that is sad. But you have hair that is the colour of gold. Think how wonderful that will be when you have tamed me! The grain, which is also golden, will bring me back the thought of you. And I shall love to listen to the wind in the wheat..."
The fox gazed at the little prince, for a long time.
"Please-- tame me!" he said.
"I want to, very much," the little prince replied. "But I have not much time. I have friends to discover, and a great many things to understand."
"One only understands the things that one tames," said the fox. "Men have no more time to understand anything. They buy things all ready made at the shops. But there is no shop anywhere where one can buy friendship, and so men have no friends any more. If you want a friend, tame me..."
"What must I do, to tame you?" asked the little prince.
"You must be very patient," replied the fox. "First you will sit down at a little distance from me-- like that-- in the grass. I shall look at you out of the corner of my eye, and you will say nothing. Words are the source of misunderstandings. But you will sit a little closer to me, every day..."
The next day the little prince came back.
"It would have been better to come back at the same hour," said the fox. "If, for example, you come at four o'clock in the afternoon, then at three o'clock I shall begin to be happy. I shall feel happier and happier as the hour advances. At four o'clock, I shall already be worrying and jumping about. I shall show you how happy I am! But if you come at just any time, I shall never know at what hour my heart is to be ready to greet you... One must observe the proper rites..."
"What is a rite?" asked the little prince.
"Those also are actions too often neglected," said the fox. "They are what make one day different from other days, one hour from other hours. There is a rite, for example, among my hunters. Every Thursday they dance with the village girls. So Thursday is a wonderful day for me! I can take a walk as far as the vineyards. But if the hunters danced at just any time, every day would be like every other day, and I should never have any vacation at all."

So the little prince tamed the fox. And when the hour of his departure drew near--
"Ah," said the fox, "I shall cry."
"It is your own fault," said the little prince. "I never wished you any sort of harm; but you wanted me to tame you..."
"Yes, that is so," said the fox.
"But now you are going to cry!" said the little prince.
"Yes, that is so," said the fox.
"Then it has done you no good at all!"
"It has done me good," said the fox, "because of the color of the wheat fields." And then he added:
"Go and look again at the roses. You will understand now that yours is unique in all the world. Then come back to say goodbye to me, and I will make you a present of a secret."

The little prince went away, to look again at the roses.
"You are not at all like my rose," he said. "As yet you are nothing. No one has tamed you, and you have tamed no one. You are like my fox when I first knew him. He was only a fox like a hundred thousand other foxes. But I have made him my friend, and now he is unique in all the world."
And the roses were very much embarassed.
"You are beautiful, but you are empty," he went on. "One could not die for you. To be sure, an ordinary passerby would think that my rose looked just like you-- the rose that belongs to me. But in herself alone she is more important than all the hundreds of you other roses: because it is she that I have watered; because it is she that I have put under the glass globe; because it is she that I have sheltered behind the screen; because it is for her that I have killed the caterpillars (except the two or three that we saved to become butterflies); because it is she that I have listened to, when she grumbled, or boasted, or ever sometimes when she said nothing. Because she is my rose.

And he went back to meet the fox.
"Goodbye," he said.
"Goodbye," said the fox. "And now here is my secret, a very simple secret: It is only with the heart that one can see rightly; what is essential is invisible to the eye."
"What is essential is invisible to the eye," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.
"It is the time you have wasted for your rose that makes your rose so important."
"It is the time I have wasted for my rose--" said the little prince, so that he would be sure to remember.
"Men have forgotten this truth," said the fox. "But you must not forget it. You become responsible, forever, for what you have tamed. You are responsible for your rose..."
"I am responsible for my rose," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.

XXI
In quel momento apparve la volpe.
"Buon giorno", disse la volpe.
"Buon giorno", rispose gentilmente il piccolo principe, voltandosi: ma non vide nessuno.
"Sono qui", disse la voce, "sotto al melo…"
"Chi sei?" domando il piccolo principe, "sei molto carino…"
"Sono una volpe", disse la volpe.
"Vieni a giocare con me", le propose il piccolo principe, "sono cosi triste…"
"Non posso giocare con te", disse la volpe, "non sono addomesticata".
"Ah! scusa", fece il piccolo principe.
Ma dopo un momento di riflessione soggiunse:
"Che cosa vuol dire "addomesticare"?"
"Non sei di queste parti, tu", disse la volpe, "che cosa cerchi?"
"Cerco gli uomini", disse il piccolo principe. "Che cosa vuol dire "addomesticare"?"
"Gli uomini", disse la volpe, "hanno dei fucili e cacciano. E molto noioso! Allevano anche delle galline. E il loro solo interesse. Tu cerchi delle galline?"
"No", disse il piccolo principe. "Cerco amici. Che cosa vuole dire "addomesticare"?"
"E una cosa da molto dimenticata. Vuol dire "creare dei legami"…"
"Creare dei legami?"
"Certo", disse la volpe. "Tu, fino ad ora, per me, non sei che un ragazzino uguale a centomila ragazzini. E non ho bisogno di te. E neppure tu hai bisogno di me. Io non sono per te che una volpe uguale a centomila volpi.
Ma se tu mi addomestichi, noi avremo bisogno l’uno dell’altro. Tu sarai per me unico al mondo, e io saro per te unica al mondo".
"Comincio a capire", disse il piccolo principe. "C’e un fiore… credo che mi abbia addomesticato…"
"Comincio a capire", disse il piccolo principe. "C’e un fiore… credo che mi abbia addomesticato…"
"E possibile", disse la volpe. "Capita di tutto sulla Terra…"
"Oh! Non e sulla Terra", disse il piccolo principe.
La volpe sembro perplessa:
"Su un altro pianeta?"
"Si".
"Ci sono dei cacciatori su questo pianeta?"
"No".
"Questo mi interessa! E delle galline?"
"No".
"Non c’e niente di perfetto", sospiro la volpe.
Ma la volpe ritorno alla sua idea:
"La mia vita e monotona. Io do la caccia alle galline, e gli uomini danno la caccia a me. Tutte le galline si assomigliano, e tutti gli uomini si assomigliano. E io mi annoio percio. Ma se tu mi addomestichi, la mia vita sara come illuminata. Conoscero un rumore di passi che sara diverso da tutti gli altri. Gli altri passi mi fanno nascondere sotto terra. Il tuo, mi fara uscire dalla tana, come una musica. E poi, guarda! Vedi, laggiu in fondo, dei campi di grano? Io non mangio il pane e il grano, per me e inutile. I campi di grano non mi ricordano nulla. E questo e triste! Ma tu hai dei capelli color dell’oro. Allora sara meraviglioso quando mi avrai addomesticato. Il grano, che e dorato, mi fara pensare a te. E amero il rumore del vento nel grano…"
La volpe tacque e guardo a lungo il piccolo principe:
"Per favore… addomesticami", disse.

"Volentieri", rispose il piccolo principe, "ma non ho molto tempo, pero. Ho da scoprire degli amici, e da conoscere molte cose".
"Non si conoscono che le cose che si addomesticano", disse la volpe. "Gli uomini non hanno piu tempo per conoscere nulla. Comprano dai mercanti le cose gia fatte. Ma siccome non esistono mercanti di amici, gli uomini non hanno piu amici.
Se tu vuoi un amico addomesticami!"
"Che bisogna fare?" domando il piccolo principe.
"Bisogna essere molto pazienti", rispose la volpe. "In principio tu ti sederai un po’ lontano da me, cosi, nell’erba. Io ti guardero con la coda dell’occhio e tu non dirai nulla. Le parole sono una fonte di malintesi. Ma ogni giorno tu potrai sederti un po’ piu vicino…"
Il piccolo principe ritorno l’indomani.
"Sarebbe stato meglio ritornare alla stessa ora", disse la volpe. "Se tu vieni, per esempio, tutti i pomeriggi alle quattro, dalle tre io comincero ad essere felice. Col passare dell’ora aumentera la mia felicita. Quando saranno le quattro incomincero ad agitarmi e ad inquietarmi; scopriro il prezzo della felicita! Ma se tu vieni non si sa quando, io non sapro mai a che ora prepararmi il cuore… Ci vogliono i riti".
"Che cos’e un rito?" disse il piccolo principe .
"Anche questa e una cosa da tempo dimenticata", disse la volpe. "E quello che fa un giorno diverso dagli altri giorni, un’ora dalle altre ore. C’e un rito, per esempio, presso i miei cacciatori. Il giovedi ballano con le ragazze del villaggio. Allora il giovedi e un giorno meraviglioso! Io mi spingo sino alla vigna. Se i cacciatori ballassero in un giorno qualsiasi, i giorni si assomiglierebbero tutti, e non avrei mai vacanza".
Cosi il piccolo principe addomestico la volpe. E quando l’ora della partenza fu vicina:
"Ah!" disse la volpe, "… piangero".
"La colpa e tua", disse il piccolo principe, "io, non ti volevo far del male, ma tu hai voluto che ti addomesticassi…"
"E vero", disse la volpe.
"Ma piangerai!" disse il piccolo principe.
"E certo", disse la volpe.
"Ma allora che ci guadagni?"
"Ci guadagno", disse la volpe, "il colore del grano".
Poi aggiunse:
"Va’ a rivedere le rose. Capirai che la tua rosa e unica al mondo. Quando ritornerai a dirmi addio, ti regalero un segreto".
Il piccolo principe se ne ando a rivedere le rose.
"Voi non siete per niente simili alla mia rosa, voi non siete ancora niente", disse. "Nessuno vi ha addomesticato, e voi non avete addomesticato nessuno. Voi siete come era la mia volpe. Non era che una volpe uguale a centomila altre. Ma ne ho fatto un mio amico e ora e per me unica al mondo".
Le rose erano a disagio.
"Voi siete belle, ma siete vuote", disse ancora. "Non si puo morire per voi. Certamente, un qualsiasi passante crederebbe che la mia rosa vi assomigli, ma lei, lei sola, e piu importante di tutte voi, perché e lei che ho innaffiata. Perché e lei che ho messa sotto la campana di vetro. Perché e lei che ho riparata col paravento. Perché su di lei ho ucciso i bruchi (salvo i due o tre perle farfalle). Perché e lei che ho ascoltato lamentarsi o vantarsi, o anche qualche volta tacere. Perché e la mia rosa".
E ritorno dalla volpe.
"Addio", disse.
"Addio", disse la volpe. "Ecco il mio segreto. E molto semplice: non si vede bene che col cuore. L’essenziale e invisibile agli occhi".
"L’essenziale e invisibile agli occhi", ripeté il piccolo principe , per ricordarselo.
"E il tempo che tu hai perduto per la tua rosa che ha fatto la tua rosa cosi importante".
"E il tempo che ho perduto perla mia rosa…" sussurro il piccolo principe per ricordarselo.
"Gli uomini hanno dimenticato questa verita. Ma tu non la devi dimenticare. Tu diventi responsabile per sempre di quello che hai addomesticato. Tu sei responsabile della tua rosa…"
"Io sono responsabile della mia rosa…" ripeté il piccolo principe per ricordarselo.