7 Haziran 2008 Cumartesi

Yoldan ÇıkMA, Yola ÇıkMA Sebepleri 1- BMW


Herşey ve evet herşey tam 11 yıl önce hayatımda ilk defa bir Yamaha XT 660’ın arkasında, nereden nereye olduğu hiç ama hiç önemli olmayan ama nasıl geçtiğini; nasıl başlayıp nasıl bittiğini hala anlayamadığım ve de unutamadığım 400 kilometrelik artçı motor yolculuğumda zehirlenmemle başladı...Yok hayır, bu zehirlenme gıda ya da gaz zehirlenmesi değil, bilakis beni yüzümden göğsüme; saçlarımın ucundan ayak uçlarıma kadar sarıp sarmalayan o ılık rüzgâra bağımlı olduğum o gece yolculuğunda “motor”a zehirlenmişcesine bağlanmam zehirlenmesiydi bu...Yalnızca bu...Aslında inanılmaz yorucu ve rahatsız olan bu uzun ve meşakatli yolculuk, benim belleğime hayatımın en kısa, en müthiş ve en bitmesini istemediğim coşkulu anlar olarak kazınmıştı bir kere. Çok zaman geçmeden anlamıştım ki motora binmediğim, binemediğim her an benim için eksik ve boşa harcanan anlardı; ki bu daha sonraları “süremediğimde” eksik hissettiğim duygusuna dönüşecekti...Bilemezdim...
Yıllar yıllar boyunca hayal ettiğim motorlardan birine sahip olabilmek için bir yandan sabretmem, bir yandan da bunun finansal yanlarıyla uğraşmam gerekti. Ve sonunda yıllar önce kısa süreliğine sahip olabildiğim bir Yamaha XT’den sonra ilk kez sorunsuz ve sonsuzca bana ait bir Harley’im olmuştu. Default haliyle aslında pek de bir çekiciliği olmayan, fakat customize edilerek yani kişiselleştirip dilediğince süslenip püslendikçe hayal edilene dönüşen bir Sporster 883’üm vardı artık. Her ne kadar ruhumdaki “off-the-beaten-track; yoldan çıkma” meylimin karşı konulmaz etkisinden sıyrılamasam da, yoğun ısrar ve duygusal etkileşimler sonucunda bir chopper annesi olmuştum. İstanbul’daki tek, kırmızı alevlerle kaplı beyaz ve 180 drag tekerli Harleyimle “harıl hurul”; “gümbür gümbür” ve istemediğim denli dikkat çekerek yol alırken, bir yandan da İstanbul’un, daha doğrusu Türkiye’nin, Harley gibi alçak bir motor için hiç de uygun olmayan çukur ve hız kesici yüksekliklerle kaplı yollarından, 3 şeritten hali hazırda 7 şeride çıkmış akşamüstü iş çıkışı trafiğinde kaçacak 20 cm. genişliğinde bir boşluk bile bulamayıp sımsıcacık motorumla kaynaşmama (!!!) kadar, sürekli teknik problemler yaşayıp ya bir türlü ulaşamadığım, ya da ulaştığımda geriye bir tek canımı bırakan teknik servis olanak(sız)lıklarının toplamıyla mı dersiniz, işte hepsinin ama hepsinin eziyetiyle ızdıraplı mücadeleler vermek zorunda kalıyordum her gün!
Ve tüm bu yaşadıklarımın kısa bir süre sonrasında hayatımdaki ilk uzun Harley yoluna gidip de “teknik sorumsuzluklar” nedeniyle az daha canımdan oluyor olduğum yolculuğumun ardından, Harley makinasına iyice soğuyarak ve de kulaklarımı etrafımdaki tüm Harleyseverlere tıkayarak ruhumun özüne, yani enduro’ya kesin dönüş yapmaya karar verdim.
Bu kararı verdikten sonra iş kendime güvenli ve beni “yarı yolda bırakmayacak”, hem teknik özelliklerine hem de teknik servis kalitesine güveneceğim bir motor seçmeye gelmişti.
Birinci el yerine ikinci el ve az kullanılmış, temiz bir motoru daha hesaplı ve sonuçta bakımlı ve kazasız olması şartıyla almanın benim için süreçte daha doğru bir tercih olacağına karar vererek aramaya ve birçok motoru kıyaslamaya başladım. Aramalarımı da internette geniş bir kullanıcı portalına sahip olan “sahibinden.com” sitesinden yaptım. Böylece hem aradığım ve baktığım motorların teknik bilgilerini ve fotoğraflarını görebiliyor, hem de istediğim anda hızlıca satıcıya ulaşarak kısa sürede ilgilendiğim motoru gerçek anlamda görme ve inceleme şansına sahip oluyordum.
Sık seyahat ettiğim için uzun yollarda sorun yaşamayacağım, yaz-kış sürdüğüm için her mevsim koşullarında güvenli sürüş yapabileceğim, manevra kabiliyetiyle sıkış sıkış İstanbul trafiğinde azıcık da olsa aralardan kaçabilme şansı sunabilecek, ama aynı zamanda keyfim kentin gürültüsünden uzaklaşmak istediğinde beni sorunsuzca dağlara tepelere taşıyacak ve de olur da ufak da olsa bir sorun yaşarsam da bana bir telefon uzaklığında olan teknik servisimin verdiği huzurla kentten kaçabileceğim bir motor olmalıydı bu! Biliyorum evet, çok şey istiyor olabilirdim...(Haaaa, unutmadan ayrıca eklemeliyim ki, ne de olsa serde hem “kadınlık”, hem de “inatçılık” vardı ki, tutturdum motorum bir de “kırmızı” olmalı diye!!! :)) Ama hayır, bırakın motora binmeyi ya da uzun yol yapmayı, motorun üzerine oturmanın bile büyük risk olduğu bir ülkede hem bir motor sürücüsü hem de çok daha beter risk taşıyan “kadın” motorcu olma vasfını da bünyemde taşıyınca, bu istemler çok da fazla değildi...Sadece Kopenhag kriterleriyle yarışacak kadardı, fazla değil!
Düşünüp taşınıp, bana bunu sağlayacak motorun, bana verdiği güven ile BMW olduğuna karar verip, model olarak da F 650 GS’i seçerek ne kadar da doğru bir karar verdiğimi kullandıkça daha da iyi anlıyorum...
Touring, touring enduro, road bir şey ya da bunun türevi bir motor olmayışıyla kentin dışındaki ya da büyük ve düzgün yolların dışındaki küçük yollarda, hızlı devir alması ve ataklığıyla, yokuş, iniş-çıkış, virajlar ve engebelerde sağladığı rahatlıkla, 1150 ya da 1200 gibi güçlü olup –tabii ki biraz daha az güçlü-, ama yine de onlar gibi hantal ve çok büyük olmayışıyla kentiçi kullanımı da mümkün kılmasıyla, ve bana göre tek silindir olmasına karşın titreşimin yine de diğer muadil tek silindilere kıyasla gayet düşük olması nedeniyle, veya yakıt tasarrufunda çok başarılı oluşuyla (İstanbul-Ankara 495 km = 38 YTL yakıt masrafı örneğin!!!) tercihimin doğruluğunu bana yeniden ve yeniden gösterdi.
Motorumu birkaç gün ya da daha uzun süreliğine, 1 ay gibi örneğin, kullanamadığım zamanlarda, tekrar motorumun üzerine oturduğumda, aküm boşaldı mı, motorum çalışacak mı, yok jikle aç, yok ısıt, bekle, sigortasına bak, yağ mı yaktı, onu kontrol et, bunu kontrol et gibi teknik etmenlerin sürekli zihnimi kurcalamıyor olması, elbette ki bir sürücü için ayrıca çok olumlu. Yani gereksiz yere can sıkıcı ya da tedirgin edici detaylara kafa yormak zorunda kalmıyorsunuz. Dikkatiniz dağılmıyor ya da aklınız teknik sorun olasılıklarına takılı kalmıyor. Tüm bunların dışında, sürüşte de motorun yolu kavrayışı, yol tutuşunun sağlam olması, virajlarda savrulmanın gayet az olması, yorucu ve zor bir titreşiminin olmaması, ABSli frenlerin yağışlı hava koşullarında dahi çok kontrollü ve dengeli durmayı sağlaması birçok artısı BMW F 650 GS’in...
Benim fikrimce ufak tefek olumsuz yanlarından biri aynalardaki görüş mesafesinin ve titreşimden ötürü görüşün çok kısıtlı kalması. Hızınız 100 km.’yi geçtiği anda aynalardan fayda görmekten ümidinizi biraz kesmeniz gerekebiliyor ne yazık ki...Başınızı dengenizi kaybetmeyecek şekilde döndürerek yol konrtolü yapmanızda yarar var bence. Yine belki küçük bir detay olabilir ama, gösterge ışıklarının sıklıkla arızalanması, özellikle de boş vitese zor geçmesi ve de boş vites gösterge ışığının da sıkça bozulmasıyla, geçip geçmediğini anlamak oldukça güç hale geliyor ki, bazen uğraşmaktan pes edip tüm kırmızı ışık boyunca viteste el kası yaparak beklemeyi bile tercih eder hale geliyorsunuz. Bunun dışında bir de tabii tüm motorcuların başına gelmesi mutlak küçük ve görünmez, ufak tefek hasarlı, masraflı şehiriçi trafik kazalarımız var. Ve tabii ki bu “ufak tefek” hasarları yaptığınız motor BMW olunca, masraf da pek öyle “ufak tefek” olamıyor. Bir tanecik ayna ya da elcik koruma ya da ayaklık kırılması, çizilmesi, ya da yamulması, eğrilmesi, ya da vesaire, sizin de BMW servisinden birazcık “yamularak” çıkmanıza sebep olabiliyor ne yalan söyleyeyim!
Ama neyse, lafı uzatmayayım...Gerek teknik, gerek sürüş, gerekse fiziksel rahatlığı sebepleriyle, en azından motoruma bindiğimde duyduğum güven ve huzur bile BMW’yi seçmek için bana göre bir sebep.
Yalnızca unutmamak gereken tek şey, bindiğimiz motorun güvenliliği kadar, biz sürücülerin de her an dikkatli ve tetikte olmamız gerekiyor. Kaza ve kötü şoförler geliyorum demiyor ve motor bir anlık dalgınlığı bile affetmeyecek kadar ciddi bir araç, bunun bir çok örneğine de şahit olduk ne yazık ki. Tüm motor sürücülerine her daim dikkat ve kazasız belasız sürüşler ve ülkemiz trafiğinde (üstümüze çıkmaya çalışan kamyonculara karşı, sinyal nedir bilmeyenlere karşı, son çıkışı kaçırıp geri geri gelerek geri girmeye çalışanlara karşı, sağlayanlara karşı, ezilmekten son anda kurtulduğumuz şoförün camı açıp sırıtarak “pardon görmedim yaa” demelerine karşı, sol şeritte 20 cm. arkamızdan 140 km. hızla dibimize yapışıp kornaya basan tırlara karşı, karşı, karşı, karşıııııııı...) sabır, sabır ve sabır diliyorum... :)

...Gökçe Ünar

motor&kilyos

Eveeett...Tarih 15 Mart 2008, CUMARTESİ! Bugün, benim de bir bayan motorcu olarak motogurmelerle yaptığım ilk gezinin ardından ilk gezi yazımı da yazıyorum şimdi...Bu hafta, geçen hafta yaptığımız acemiliğe ve “motor gezileri Pazar günleri yapılır” saplantı ve yanlışına düşmeden (çünkü geçen haftaki geziye çok isteyip de katılamayışımızın nedeni gezi tarihine bile bakmaksızın sabırsızlıkla Pazar gününü odaklanmış olmamızdı! Eeeee! Zihnimizde bir kere yer etmiş ya, sanki her gezi Pazar olurmuş gibi tarihe bakmaya gerek bile duymayıp, Pazar sabahı hazırlanıp çıkmadan e-maillerimi kontrol etmemle “dünkü gezinin notlarını” görmem bir oldu!) Her şey hazır, tamamen yol yapmaya sabitlenmişiz, bir piknik modu ki sormayın....Eh pek tabii, yaşadığımız bir anlık yıkım...Ve toparlanmamız neyse ki kısa sürdü; bu hazırlık sonrası artık “gidilmeliydi”! Ve gittik! Rüzgar değirmeni sendromu yaşasak da fena bir Şile gezisi olmadı –kıskandık ve içimizde kaldı ya, ondan Şile’ye gittik- ve yeni gezi programıyla artık “bu hafta” ve de “Cumartesi” gitmeye hazırdık! İstikamet Kilyos!
Uyandık, hazırlandık, bu kez hiçbir yanılgıya olanak vermeden tarihi kontrol ettik! Herşey tamam ve doğruydu! Çıktık ve buluşma noktası olan Darüşşafaka önüne, vatandaşlarımızın her zamanki şerit değiştirme çılgınlığı içinde, minimum risk almaya çalışarak ve de buluşma noktasını da kaçırmamaya çalışarak gittik! 15-20 dakika erken bile gitmemize rağmen, hemen hemen herkes hazır ve nazırdı. Her tür motor, hepsi de tertemiz pırıl pırıl parlıyorlardı güneşte...Aman da bulduk dedik; ve park; ve tanışma...Bizim gibi “ilk”ler de var...Ama herkes o kadar sıcakkanlı ki hemencecik kaynaşıp yarım saatin nasıl geçtiğini anlamadan yollara döküldük. Ben bayan’ım ya! Aman bir ihtimam bir ihtimam! Hemen araya alınıp “canavar dörtteker şoförlerden” korunmaya alındım. Herkes grup sürüşü bilincinde, trafik kurallarına gayet uyarak, hem önündekini hem de arkasındakini koruyup kollayarak çok güzel bir yolculukla aniden grileşen göğün altında ama umursamaksızın mangal noktamıza ulaştık. Bizden önce yağan yağmur çimenlik alanı bayağı bir çamur seline dönüştürmüştü ve akıllı motorcular –ayrılırken fark ettiğim üzere- motor ayaklarının altına çamura saplanmaması için tahta parçaları koymuşlardı! Aklımdan “Allah allah ben bunu daha önce hiç düşünmedim, iyiyimiş”, diye geçti! Zaten hiç bir şeyi tutamadığım gibi bunu da içimde tutamayıp hemen paylaştım yapan arkadaşlarla! :) Bravo yani!
Bize gider gitmez masalar birleştirilip kocaman bir masa yapıldı. Hızlıca hazırlandı masa üstü ve biz 4’erli mangal gruplarına ayrıldık. Herkes son derece aç belli ki! Sipariş vermek için dakika beklenmiyor! (Gerçi hala biz niye 6 kişi olduk anlamadım ama neyseeeeeee.... :) Galiba bizi sıskalar olarak “sizin nenize yetmiyo bi mangal??!!!” diye 6 kişilik grup yaptılar!)
Kimileri etlerini getirmişti, kimileri –biz mesela- oradan aldık! Ama tecrübe işte! Boşuna adı dolu dolu bööööyleeeee “tecrübe” değil yani! Bilenler bir gün önceden alıp özeelll olarak marine ettirip “PARDON PARDON, “MUAMELE ettirip”, 1 gün de istirahate bıraktıkları etlerini bir güzel diziverdiler mangallarına! Eh yani, kokusu bile farklıydı meredin....Neyse, işte bir musibet bin nasihatten iyidir diye boşuna dememişler...Evet, neyse...Bir yandan etler pişmeye başladı diğer yandan masamız da döşeniyordu. Salatalar, patatesler, benim –sanırım çene çalmakla meşgul olduğumdan hiç görmediğim- yoğurtlar...
Tüm bunlar süregelirken, tepemizde çılgınca esen ve herşeyi uçuran rüzgara gri bulutlar da eklenince yağmur yağmasından korktuk açıkçası, ama neyse ki rüzgar esip uçurduğuyla kaldı. Serin bir havada masada havaya inat sıcak sohbetler ve “harley-ve diğerleri” atışmaları :) yapılırken, fotoğraflar çekilip, uzman mangalcılar farklarını ve hünerlerini ortaya koyarken herkesin keyfi gayet yerindeydi. Hatta bir ara en güzel mangal dizaynı ve en iyi mangalcı rekabeti de yaşanmadı değil hani! Masamızın hızlıca hazırlanmış olmasına karşın, çatal, tuz, masaörtüsünün uçmaması için mandal gibi detaylardaysa on kere söylememize rağmen bir “ısrarla anlamama” ve “bir türlü getirmemeye inat etme” durumu sözkonusuydu garsonlarda o da ayrı konu! Tabii motogurmelerden kaçmaz! Ha haay! Değil mi? Yazdık bir kenara!
Yiyiciler bir yandan da motorcu olunca anıların ve maceraların temel konusu motorlar oluyor haliyle! Yaşadığımız güzel yolculuklar kadar karşılaştığımız riskler de ortak dertler kategorisinde hep bir ağızdan benzer ve hatta neredeyse aynıydı tabii. Bu arada sohbetler sürerken de maşallah herkesin hem çenesi hem gırtlağı oldukça iyi çalışıyordu yani! :) hem sohbetler hem de dolup dolup boşalan tabaklar ve mangallar bitmek bilmiyordu! Bu arada 1-2 nankör arkadaş (!) da tanımadık değil! Bizim 6’nın içinde (O kendini bilir! heheee) “yazık arkadaşım, hep sen pişirip duruyorsun biz yiyiyoruz, gel ben pişireyim de sen biraz ye”, önerime “yok ben mangalı acemiye bırakmam” diyerek reddetmesiyse, yüreğime bir hançer gibi saplanarak, kendisini günün nankörü ilan etmeme neden oldu! Ayrıca kendisi sanırım bana fotoğrafta da meydan okudu sanki, bana öyle geldi! Kapışacağız gibime geliyor, bakalım!
Günün bir diğer nankörü de hemencecik erkek dayanışmasına girerek eşimin benden çaldığı çikolatadan ötürü kızmamla araya girerek “ona kızma, bana kız! Ben yedim çikolatanı”, diye arka çıkan bir diğer arkadaş oldu! (İşte bu yüzden sevgili sürücü ya da artçı kadınları dayanışmaya davet ediyorum! Nedir bu erkeklerden çektiğimiz! Herşeyde egemen güç olma istekleri, bu dayanışma, nedir bu yaaavv??? Hep azınlıkta mı kalacağız biz yani? Erkekler motorcu oluyor da kadınlar neden olmayacakmış? Hadi “bayan gurmeleeerrrrr!!!!! Bir ses verin!) (Biraz feminist durdu bu paragraf ama aksine feminist değil “eşitlikçiyim”!)

Neyse, benim için bir müessesenin müşteriye saygısını ifade eden önemli 2 kriter olan temiz tuvaletler ve yemek sonrası ikram edilen çayın tazeliği konusundaysa, arkadaşları bilemiyorum ama, benden geçer not aldılar. Hesaba gelince...Herkes ortalama 20-26 YTL arası bir meblağ ödedi ama genel anlamda sanırım herkes memnundu.
Artık ben de bir motogurme olduğuma göre, tek eksiğim sticker’larımdı elbet! Ama sağolsun Burak bunu da düşünmüş ve bana fazlasıyla “al her yere yapıştır” diyerek ve muzip bir gülümsemeyle bir sürü sticker verdi, ne ima ettiyse, yani alındım azıcık, bakarsanız anlarsınız bayan motogurme logosuna! Grrrr! :) Cık cık cıııkkkk...
Yemekler sona erdi, çaylar içildi, yola düşme vakti geldi, yağmur da eli kulağında geliyorum diyor...O halde istikamet şehir! İstinye’de Migros’un yanına yeni açılmış olan Kahve Dünyası’nda bulduk kendimizi son durak olarak...Aman ne güzel, sessiz sakin, gürültüsüz...Eksildik ama kahveye kalanlar daha da şanslıydı! Enfes Mocchalar mı dersiniz, mozaik pastalar mı, yoksa çikolata fondüler mi? Kalori kolesterol çılgınlığı gırla! Ben onca yemeğin üstüne hala nasıl boğazlarından bir şey geçebiliyor diye şaşkın şaşkın seyrederken, geçenden geçiyormuş anlıyorum..Neyse aramızda iradesine dur demeyi bilenler çıkıyor! Sadece mis gibi kahve bize!
Otopark’ta itinayla azıcık alan kaplayarak sıkış sıkış parkettiğimiz motorlarımız –toplumumuzda sık rastlanan- motor-allerjisi’nden muzdarip otoparkçı tarafından “ne zaman çekeceksiniz” diye taciz edilerek birazcık gıcık olmamıza neden olmuş olsa da, bu tadımızı bozamadı...Kahveler bitti, yollarımız bugünlük ayrıldı...
Stickerlar da tamamdır! Bekleyin yolllaarrrrrrr motogurmeler geliyorrrrr diye diye günü bitirdik....Hadi bakalım, darısı yeni arkadaşlarla, yeni yerlere, yeni keyfili gezilere...
Herşey güzel, gezi güzel, gene gelecek ben!

BAĞYAN MOTOGURME
Gökçe ü.

motor&bodrum

Belki de herkesin yıllar evvel keşfettiği, ve fakat benim çeşitli sebeplerle hep ertelediğim ve de önyargılarla yaklaştığım Bodrumsallık ruhu, sonunda bir vesileyle çıktığım geziyle sona ermiştir! Fazla cıstak cıstak’ı, çılgın eğlenceleri, “geceleeeerbooooyyyuuu” hayatı, çok yükses sesli müziği, sabahlara kadar eğlenceleri ve burada belirtmek istemediğim, sevmediğim bir sürü detayı -sevmediğimden işte-, sonuçta da sadece yıllar önce bir kez yaptığım 1 haftalık bir yalıkavak tatilcik’imden başka bir bilmişliğim yoktu Bordumu!
İşte bu nedenle ben, işte tam da bu nedenle, moto-gurme arkadaşlarıma, çoktan keşfetmiş olmaları olasılığını ve “amaaan sen de daha yeni mi gördün, bildin Bodrum’u?” da göze alarak, ama yeni 1-2 yer keşfettirebileceğimi dileyerek yazacağım...
Bir türlü yağmamak için elinden geleni ardına koymayan Bordum göğü, gri bulutları ve bize bir yaprak gibi hissettirerek sürüklenmemize neden olacak kadar güçlü rüzgarıyla çepeçevre sarmış durumdaydı etrafımızı...Biz ise inatla bir yarım ada turuna karar vermiş ve dönmemek üzere adeta and içmiştik! :) Uçmak var, dönmek yoktu!
Sabah, hala çılgın yaz tatilcilerinin karınca sürülerini andıran kalabalıkları Bodrum’a düşmemiş, sadece rüzgarlı fakat ılık, ve sadece kış yaşayanlarının yürüdüğü oldukça boş, yemyeşil, bahar çiçeklerinin ve onların insanı kelimenin tam anlamıyla mest eden, sarhoş eden kokularının eşliğinde Bordum merkezin ara sokaklarından birinden gezimiz için bir küçük scooter kiralıyoruz, evet kiralıyoruz çünkü motorlarımız istanbul'da ve biz bu güzel doğayı kaçırmamaya karar vermiş durumdayız! Şansımız nasıl da yaver gidiyor! Hayatımızda belki de ilk kez sadece tesadüf eseri olarak mükemmel bir otele yerleşmiş olmanın kıvancıyla gittiğimiz moto-rentçiden 0 km bir suzuki kiralayarak çıkıyoruz! Düşünebiliyor musunuz? Turistik bir yerde, hem sıfır hem de çin malı olmayan; “GİDEBİLEN” bir motor!!! :)
Değil 4; 8 ayak üzerine düşmüş olmalıyız! Vıjır vıjır giden motorumuza binip, otelden aldığımız harita üzerinde rotamızı işaretleyerek yarımadada hiçbir yeri kaçırmamaya karar veriyoruz. İlk gün gezimiz Bordum merkezden başlayıp, aynı noktada bitecek, ikinci gün ise yarımadanın içlerindeki köylere gideceğiz...
İlk akşam akşamüstü vardığımız için yemeği biraz aperatiflerle geçirmek isteyerek merkezde, marinanın ileri kısmındaki meşhur Sünger Pizza’ya gidiyoruz. Pizzacı olmasına karşın ne ararsanız var. Balık çorbasını tatmaktan kendimi alamıyorum. Mezgitten yapmışlar, terbiyeli ve pek edepli... Lezzet mükemmel. Ardından pizza istiyoruz, deniz ürünlüsü de (deniz ürünlü pizzayı türkiye'de pek bir yerde bulmak mümkün değil, olanlar da dondurulmuş bir iki deniz ürünü atıveriyorlar, ki bu da gayet lezzetsiz ve kötü oluyor ama burada her malzeme taze!), klasik karışığı da gayet iyi! İnce hamur ve pizzanın en gıcık eden yanı olan ısırınca hamur ve üstündeki malzemenin –topping’in- ayrılması durumu yok! Notumuz yüksek! Belirttiğim gibi burada balık, kalamar, vs. herşey var neredeyse, ama biz balığımızı balıkçıda yemek istiyor, iştahımızı saklıyoruz!
Efenim neyseeeee...Döndük gezimize, rotamız sahilden eski yol üzerinden Bordum, Gümbet, Bitez, Akyarlar, Turgutreis, Gümüşlük, Yalıkavak, Gündoğan, Göktürkbükü, Güvercinlik, Torba ve son durak yine merkezdeyiz...
Hafif brunch saatlerine denk Bitez’deyiz. Bir de bakıyoruz ki tüm Bodrum burada! Boydan boya hıncahınç dolu plajda iğne atsan yere düşmüyor. Hava güneşli fakat inanılmaz rüzgarlı, zaten bu nedenle denizin üstü de yelkenlilerle dolu. Oldukça serin...Herkesin keyfi son derece yerinde, belli ki herkes hem güneşin hem de yediklerinin keyfini çıkartıyor. (Hele ki pembe İngiliz arkadaşlar yüzüyor ve denizin bile tadını çıkarıyorlar! Brrrrr...Hiç mi üşümez bu insanlar yahuuuuu???, diye düşünüyorum! İçimden! :) ) Biz her ne kadar yeme kısmına iştirak edemediysek de –otelimizin muhteşem kahvaltısıyla tıka basa dolduktan sonra mümkün değil!- memnun yüzlerden sonra tabaklara şöyle bir göz attığımızda zengin ve taze görünümünden gayet lezzetli kahvaltılar olduğu belli! Fiyatlar ise zaten İstanbul ile kıyas kabul etmez, 8-10-14 YTL aralığında; bir kuş sütü eksik!!!
Bodrum’da ve diğer çevre bölgelerdeki insana terkedilmiş hissi veren sessizlik ve bomboşluk burada yok! Her yer cıvıl cıvıl! Rengarenk, neşeli ve bol kahkahalı! Buradan ayrılmak istemesek de artık yola devam etmeli...Ne de olsa bir rotamız var!
Çevreyoluna değil eski sahil yoluna çıkıp devam ediyoruz. Öyle bir rüzgar var ve gittikçe öyle şiddetleniyor ki, geri mi dönsek acaba’dan, anneeeeciiiimmmm’e kadar çeşitli düşünceler geziniyor zihinlerimizde! Ama yarımadayı dönünce geçecek düşüncesiyle devam etmeye karar veriyoruz! Ama görüyoruz ki nafile! Rüzgar şiddetini artırdıkça artırıyor, bizi korkuttukça korkutuyor, çünkü soldan gittiğimiz yolun sağ banketinde buluyoruz kendimizi birkaç saniye içinde, ve istanbul’un delik deşik sokakları gibi Bordum ve çevresi de hem yol kazıları hem de turistik tesis inşaatlarıyla dolu maalesef. Her yer buldozer ve iş makinaları ve havada toz toprak, yerlerde çamur! İnsanlara ne yazık ki yetmiyor doğayı bu denli katledip her yeri betona döndürmek, tam gaz devam; doğa daha artık nasıl S.O.S. çağrısı verecekse???
Neyse, tüm bu üzücü ve olumsuz duruma rağmen biz solumuzda bembeyaz köpük köpük dalgalarla bezeli masmavi denizi seyrederek keyfimizi bozmamaya çalışıyoruz. Yolda durup yemek yeme fikrimizi de rüzgarda sapsarı tozla kaplı dükkanları gördükten sonra değiştiriyoruz. Yola devam, yemek Bodrum’da; ama Turgutreis’te yaşadığımız korkuların büyüğünden sonra kanımızdaki şekerin tümü yakılmış olacak ki, inanılmaz bir şekilde kendimizi Mado’ya atıp, -tabii klasik Mado tadıyla- dondurmalı sahlep ve üstüne birer porsiyon sıcak börek çay molası veriyoruz ve sonra yola devam...Yalıkavak’ta kuklacıda küçük bir fotoğraf ve sohbet molası ve bu son artık...zaten rüzgar ve toz duman başka seçenek vermiyor. (Bu arada yarımada da dönüldü, ama havada değişen bir şey yok! Kader kabullenildi! :))
Tur bitti. Geri döndük. Akşamüstü Bodrum çarşıda küçük bir gezinti, dostlarla sohbetler, bolca fotoğraf ve tavsiye edilen restorana yer ayırtmak tüm “yerli halk desteği ve forsumuza” rağmen mümkün değil, rezervasyonlar günler önce bitmiş. İçgüdülerimiz bizi marinadaki en son balık restoranı olan Berk Balık’a götürüyor, rezervasyon filan derken saat geliyor. Günün anlam ve ehemmiyeti (!) nedeniyle daha da bir torpilli daha da bir incelikli muamele görüyoruz. Herkese karşı gayet kibar ve esprili çalışanlar bize daha da bir ihtimam gösteriyor. Masamız balkonda! Balıkları ve mezeleri dolaptan kendimiz seçiyoruz. Ne isterseniz var, ve balıklar hala insanın gözünün içine bakıyorlar! Balık öncesi tüm Ege otları, kavurmaları, deniz börülcesi, kalamar, karides ve de bence geceye damgasını vuran mangalda ahtapot (biz şu ana kadar belki sadece 1 yerde gördüğümüz ama hiç de iyi yapılmayan, fakat Yunan adalarında inanılmaz lezzetli ve hemen hemen her yerde yapılan mangalda ahtapotu görünce şaşırıyoruz.). İşin enteresan yanı ben ki ağzıma ne ahtapot, ne de antenligilleri –karidesten, jumboya, ıstakoza kadar hiç birini- asla ağzına sürmeyen ben bile o kokunun ardından tadına baktım ve laf aramızda bayıldım! Sonra enfes tombik ve lezzetli deniz çipurası! Son yılların en güzeli, en lezizi denebilir. Mükemmel lezzet, şarap ve rakıyla, mimoza kokulu hava ve denizin sesi ve kokusu bütünleşince değmeyin keyfimize. Hesabımız da bu ziyefetin yanında lafı edilmeyecek kadar küçük!
Gece sona eriyor ve biz ertesi sabah güzel ve güneşli günün erken saatlerinde yaklaşık 2 saatlik bir yolculukla Kuşadası’na da uğramaya karar veriyoruz bu harika Bodrum gezimizden sonra. Kuşadası daha sıcak ve rüzgarsız. Kendimi kısa bir dinlenmenin ardından çarşıya atıp bahar turlaması yapıyorum. Balık hali’nden balıklar fışkırıyor nerdeyse. Görmediğimiz bilmediğimiz, tatmadığımız ya da sadece adını bildiğimiz çeşit çeşit balıklar...Otlar deseniz kaç çeşit olduğu sayılamayacak kadar çok, Salı da köylü pazarı kuruluyor, ben de toplayıp taşıyacağım İstanbul’a!!!
Akşam bizi Kadınlar Denizi mevkii - Seçkin sitesi’ndeki Akyar Balıkçısı’na götürüyorlar. Küçük bir yer, hafif bir sanat müziği fonda, tam bir dost ortamı! Hem restoran hem de isteyene balıklarını kendileri götürüp pişirtecekleri, meze ve içkileriyse oradan alacakları bir restoran. Yine cam kenarı masamızdan soldaki denizi biraz yüksekten teras tadında seyrediyoruz. Günbatımı inanılmaz...Bize özel bir ağırlama yine dostlarımızdan. Hayatımda ilk defa turna balığı yiyorum; hiç yemediğimi ama Bodrum’da ve Kuşadası’nda balıkçılarda sıkça gördüğümü söylediğim için turna alınmış! Keyfime diyecek yok! Yine mezeler otlar derken turna görünüyor! O nasıl bir balık nasıl bir lezzet ve tabii nasıl ustaca tam kıvamında pişirilmiş! Hayatımda ilk defa keşfettiğim bu balığa tek kelimeyle inanılmaz bir tat desem belki azıcık anlatabilmiş olurum, çünkü benim için balığın özel olması demek değişik bir tat ve lezzetinin olması demektir ve bu da tabii doğru ve kıvamında pişirilmesiyle birarada olabilir ancak! İyi pişirilmezse en iyi balık ya da sebze ya da et berbat edilebilir! İşte bu noktada tüm bu detaylar kesişiyordu! Herşey dört dörtlüktü! Artık balık “top list”ime Orfoz, dil, turna diye bir değişiklik yaptım! Hesap mı? Yine o kadar cüzzi ki...Ne desem...Hmmm...diyorum ki, mutlaka Kuşadası’nda Akyar Balıkçısına uğrayın derim!!!!
Ertesi sabah kendimi atıyorum pazar’a! Uçakta bana yine gülecekler biliyorum ama artık alıştılar. Radikasından arapsaçına, turpotundan rokasına kadar toplayıp getiriyorum pazarı!
İnanabiliyor musunuz; pazarda çeri domatesin kilosu 1 milyon! Evet evet sadece 1 milyon ve kokusu 100 metreden geliyor, sadece İstanbul’da olmayan otları taşımayı düşünürken bakıyorum ki roka, maydonoz, dereotu ve bir sürüsü burada da olmalarına rağmen almazsam küseceklerinden dolayı onları da topluyorum! Yaklaşık 10 kilo farklı otun toplam maliyeti 10 ya da 12 milyon! Güzelce kolileyip havaalanına! Benimle dalga geçiyor yanımdakiler! Ama hahahaaahhaaaa, host ve hostesler İzmirli! Beni anlıyorlar tabii! Dalga geçmenin aksine “kutsal otlarımı” itinayla alıp, hosteslerin yanına veriyorlar ki zarar görmesin, incinmesinler! Yani otlarım VİP bir uçuşla İstanbul’a geliyor!

Neyseeeeee...................
Yollar bitiyor...güzel seyahatlar, anlar, anılar, lezzetler bitiyor...taa ki yeni yolculuklar ve tatlar gelinceye kadar... :)

Okuduğunuz ve hala okuyor olduğunuz için teşekkürler...Yeni yolculuklarımızda bu yeni tatları birlikte deneyebilmek dileğiyle...
Bol ikiteker, ölçüsünde yemekler hepinize...

Gökçe Ü.

Brown and Agile Child



Brown and agile child, the sun which forms the fruit
And ripens the grain and twists the seaweed
Has made your happy body and your luminous eyes
And given your mouth the smile of water.
A black and anguished sun is entangled in the twigs
Of your black mane when you hold out your arms.
You play in the sun as in a tidal river
And it leaves two dark pools in your eyes.
Brown and agile child, nothing draws me to you,
Everything pulls away from me here in the noon.
You are the delirious youth of bee,
The drunkedness of the wave, the power of the heat.
My somber heart seeks you always
I love your happy body, your rich, soft voice.
Dusky butterfly, sweet and sure
Like the wheatfield, the sun, the poppy, and the water.

Pablo Neruda