29 Temmuz 2008 Salı

Kiminle dalga geçiyoruz biz? Dalga geçtiğimiz kim?

Uzun zamandır hakkında yazmak istediğim ve fakat sonra gereksiz olduğunu düşündüğüm için vazgeçip yazmayıp-üzerine düşünmediğim Recep İvedik karakteri’ni, yeniden ve bir kez daha bir televizyon kanalında öndegelen eleştirmenlerimizce tartışılır ve ötesinde “övülür” görünce, artık kendimi alıkoyamayarak film hakkında yazmaya karar verdim.

Recep İvedik karakteri, kimi eleştirmenlerce ve hatta ülkemizin sinema eleştirisi konusunda önde gelen isimlerince, “magandalık müessesesi ve kavramı” üzerine halkı düşündürdüğü için “o kadar da kötü değil, hatta gayet başarılı” bir yapım olarak nitelendirilmiştir.
Bence bu gayet kötü, başarısız ve çirkin filme yapılmış gayet yersiz, haksız ve yanlış, dalkavukluğun ötesine geçmeyecek bir eleştiridir. Film, çizdiği “maganda” tabir edilen karakterin “esmer, kıllı, aksanlı; muhtemel olarak toplumda yaratılan ve perçinlenmeye çalışılan “görgüsüz, kaba-saba, kültürsüz, topluma uyumsuz ve saçma” insanlardır Doğulular ve Kürtler” imajını daha da perçinleyen ve bu yaftayı belleklere yerleştirmeye çalışan zihniyetin bir uzantısı olmaktan öteye gidemeyecek bir karakterdir.

Peki, günümüzde sıkça kullanılan, kullandığımız “maganda” kimdir?
Artık Türk Dil Kurumu sözlüğüne kadar girmiş bu yeni kavram TDK sözlüğünde “Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse” olarak geçmekte. (Tabii bu durumda, “maganda kurşunu” denilen şey de, kaba ve terbiyesiz insanların sıktığı kurşun olmakta!!!) Bu tanım çerçevesinde etrafımda gözlemlemiş ve gözlemliyor olduğum insanları şöyle bir gözümün önünden geçirerek tanıdığım-bildiğim “maganda”ları şöyle bir yokluyorum hafızamda...İlk saniyede aklıma daha birkaç gün evvel Taksim-Beyoğlu-İstiklâl Caddesi’nde yürüyen bir grup kırmızı saçlı, siyah giyimli, piercingli ve bazılarının birbirleriyle İngilizce
-ve de gayet düzgün bir İngilizce konuşmasından- okumuş etmiş çocuklarımız olduğunu anladığım “marjinal-punk” kitlenin, birbirlerine çok yüksek sesle bağırarak “terbiyesiz ve kaba” sözcüklerle –hatta duyduğumda benim utanç duymama bile neden olacak kadar aşağılık küfürlerle- ve etraftakileri rahatsız ederek yürüdüklerine şahit olduğumu hatırlıyorum. Eğitim olarak sosyal çizginin ve ortalamanın oldukça üstünde, yaşam olarak İstanbul’dan -ve de İstanbul’un varoş olmayan semtlerinden (!)- olduğu belli, görünüm olarak da gayet “modern ve marjinal” görünen bu grubun yaptıkları, bu tanım çerçevesinde, her ne kadar Recep İvedik gibi görünmeselerde, düpedüz “magandalık” benim fikrimce!
Ya da keza birçok kez şahit olduğum, gayet düzgün giyimli ve görünümlü, gayet “kılsız ve aksansız” delikanlıların yürürken sokağa tükürmeleri veya sigara izmaritlerini yere atmaları durumu...
Ayrıca, diğer bir yanıyla da, güzel ve bakımlı, hatta ya da, marjinal ve “entel” görünümlü sert kızlarımızın sigaralarını hiç çöp kutusuna attıklarını, veyahut bu “güzel” görünümlü kimselerin etraftakileri, çocukları sigara dumanlarıyla rahatsız etmemek ya da zehirlememek adına ya da sigara içerek yürürken yanlarından geçen insanları ya da eşyalarını sigaralarıyla yakmamaya çalışmak (!!!) adına bir çaba sarfettiklerini hiç görmedim açıkçası!!!...

Sonra yine aklıma geçen yaz Antalya Olimpos Dağı ve koyuna arkadaşlarımı “doğal ve tarihi güzelliklerin tarifsiz bileşimi işte bu, diye düşündüğüm” bu yere büyük heyecanla götürüşüm geliyor. Yıllar sonra gördüğüm manzara karşısında yaşadığım tarifsiz üzüntü ve hayalkırıklığı belleğimde dünmüş gibi taze! O güzelim tarihi kent kalıntıları, hep “cıkcıkcıııkkk” diye eleştirdiğimiz, ağaçlara ya da peribacalarının tepesine, ikonalarına ya da Efes kentinin güzelim kütüphanesinin duvarlarına ya da sütunlarına yazılmış “a (kalp) b” kazıntıları ya da “bunu yazan tosun...” kültü gibi “magandalık” tabir edilen durumun, “anarşi”, “metallica, U2, vs...” ya da yabancı dillerde ve “kazılmayıp sprey boyalarla yazılmış” versiyonlarını, güzelim koyun tüm sahil taşlarının sigara izmaritleriyle, arka tarftaki yeşil ve dağlık alanlarınsa tamamen bira ve içki şişeleriyle kaplı olmasını ise hangi sıfatla tanımlayacağımı düşündüğümde, aklıma sadece “maganda” geliyor, bu tanım çerçevesinde özellikle!

Yeniden, yeniden tüm bunları düşündükçe, anımsadıkça, içimde bir tuhaf hüzün oluşuyor, hem gördüklerim karşısında, hem yurdum insanının hâl ve tavrı karşısında, hem maganda sözcüğü ve toplumun bir parçası olan ben’im de, her ne kadar genelleme ve yaftalamalardan, genelgeçer-kabul görmüş imge ve fikirlerden uzak durmuş olsam da, zihnimde oluşuveren imgenin-görüntünün bu gördüklerimle uzaktan yakından âlâkası olmadığını düşündükçe, ve hem de ne yazık ki ben ve benim gibi hemen hemen herkesin zihninde yaratılmaya ve empoze edilmeye çalışılan bu imgenin vücuda gelmiş halinin bir film karakterine dönüşmüş somut halini görmek ve bu kimsenin, bu imge üzerinden elde ettiği aşırı ilgi, kazanç; “başarı”yı (evet evet bence bu gerçekten bir başarıdır, içinde bulunduğumuz popüler kültür ve belleksizleştirme-kültürsüzleştirme sistemi açısından ele alındığında! Başarının, gişe yapmakla, para kazanmakla, basına-medyaya daha çok çıkıp, daha da popülerleşmekle, daha çok bahsedilmek ve insanlar arasında esprilere ilham kaynağı olmakla ölçüldüğü günümüzde, bu gerçek bir başarıdır!), düşündükçe ve gördükçe içim sızlıyor...Bu anlamda, başarı kavramının kendisi de ucuzluyor, hedef ve çıtalar da günden güne düşüyor, kolaylaşıyor...

“Güldürü”lerimiz, “eğlenceliklerimiz bile ucuzlamakta yazıktır ki...Artık insanlık halleriyle, biçimleriyle eğlendiğimizi sanarak gülüyoruz, neşeleniyoruz, keyif alıyoruz, oysa değil mi ki bu toplumumuzda kanayan sosyo-kültürel bir yara...
Yoksa acaba bir eğitim sorunsalı mı, “bölgesel” bir sorun mu, çeşitli “kitle”sel bir sorun mu, yoksa ne?
Elbette her güldürü politik ya da ironik olamaz, ve evet illa halka bir şey göstermesi, ya da ders, mesaj vermesi de beklenemez, şart değil, ama en azından biraz zeka, biraz duyarlılık, biraz yaratıcılık çok da esirgenmemeli...

Kiminle dalga geçiyoruz biz?..DALGA GEÇTİĞİMİZ KİM?..

Lakırtı kavafı g. ü.

25 Temmuz 2008 Cuma

Hayâ nedir?

Kayıtsız kaldıkça gün be gün,
teker teker, birer birer daha birer daha
haklarımız ellerimizden alınıyor, kayıp gidiyor aslında, farkında mıyız?

Birkaç akşam evvel bir kız arkadaşımla birlikte yaşadığım ve diğer yazılarımda da anlatmış olduğum konser çıkışı maceramızın farklı bir yönünü de burada paylaşmak istiyorum. 15 Temmuz gecesi, Sepetçiler Kasrı’ndaki konser çıkışında taksi bulamama sıkıntımız neticesinde kalabalık bir güruhla birlikte Galata Köprüsü üzerinden Karaköy, Tophane, Kabataş artık nereye kadar gitmemiz gerekiyorsa, taksi bulana dek yürümeye başladık. Duyduğumuz sözler ve atılan lafları, bakışları, yine her zaman olduğu gibi duymazdan gelerek, hızlıca yürüyerek geçiştirdik biz kadınlar...Her zaman yaptığımız; yaptırıldığımız gibi.... (Yine yüzlerimize gülmeyen ve kaşları çatık ifadesi giydirildi, yere bakarak hızlıca yürünüldü, kimseye bakılmadı...Aman haa! Bir de biz yüz vermiş, davet etmiş sayılmaz mıydık yoksa? Allah korusundu!)
Köprü üstünden geçerken, yılın her günü, günün her saati balık tutan insanları daha doğrusu adamları görünce aklıma geçen sene bu zamanlarda yaşanan ve kamuoyuna yansıyan olay geldi...Bunu birazdan anlatacağım.
Her zaman; sık sık, genellikle kendimle; yalnız başıma, Cağaloğlu’ndaki ofisimizden, Taksim’e yürüyerek gitmeyi, şehri ve denizi içime çekmeyi, iş stresinden biraz sıyrılıp hayata karışmayı isteyerek, bu yolu eşsiz İstanbul silüeti eşliğinde Galata Köprüsü üzerinden katederim.
Bu yolu yürürken, laf atarak, bana ya da diğer kadınlara ya da turistlere sözlü tacizde bulunarak rahatsız eden “balık tutan” adamları, yoldan geçen kadın, çoluk-çocuk, turist hiç kimseyi umursamadan arkasını dönüp denize ya da kenara “çiş yapan” “balık tutan adamları”, sigara içip denize atan, ve ama rızkını, keyfini denizden çıkarıyor olan “balık tutan adamları”, görmemek, duymamak, yoksaymak; görüp-duyup-yoksaydıklarımı hafızamdan en hızlı biçimde silmek ve unutmak için elimden geleni yapar, manzaranın ve İstanbul’un güzelliğini hissetmeye çalışırım. Değil mi ki, sadece orada değil, biz kadınlar bunu her an her yerde ve hep zaten yaşıyoruz, yaşarız; o yüzden an’ımı yaşamaya ve onları yoksaymaya çalışırım, biz kadınlar hep buna çalışırız. Çünkü bu toplumda taciz eden erkek yoktur; “ettiren kadın” vardır, ki ata deyişlerimiz bile bunu onaylar: “Dişi köpek kuyruk sallamasa, erkek köpek...”! Bizler de hayvanız ya, zeka, akıl, irade, duygu, düşünce gibi niteliklere sahip değiliz ya, işte bu nedenle sadece içgüdü ve dürtülerimizle; hayvanlar gibi, köpekler gibi davranırız, davranabiliriz, değil mi ama?!
Hele ki erkekler!
Bir erkeğin cinsel organını hiç utanç duymaksızın veya tereddüt etmeksizin, sadece arkasını dönmek suretiyle çıkarması, sokağın ortasına işemesi “hayâsız davranış” örneği teşkil etmezken, bir kadının kendini taciz eden “erkeklere” ve “güvenlik görevlisi” titrini taşıyan bir erkeğe karşılık vermemesi de bir erkeğe çok ayıp etmiş olmasına; ve hatta onun erkeklik gururuyla oynamış sayılmasına neden olur! Erkeğin dediği ve istediği o an yerine getirilmeli, erkek o anda azıcık memnun edilmelidir, hem ne olur ki?, yoksa erkekten günah gider haaaa! Ne de olsa çamuru sıçrattı mıydı, arkasından galeyana gelip, kadını âhlâksız ve namussuz diye taşlayan birileri nasıl olsa gelir ve ona destek verir!

Nitekim duymadığımız, bilmediğimiz milyonlarca örneğin dışında, bu örnekte de öyle olur. Kadın, kendisini taciz eden bu “güvenlikçi”den kurtulamayarak, şikayetçi olmak ister, ama “güvenliğimizi emanet ettiğimiz erkek insan” polise de olayı “hayâsız hareketler ve uygunsuz giyimiyle etrafı ve balık tutan erkekleri rahatsız ediyor” diye yansıtmak suretiyle ve elbette onlardan da bu “âhlâksızlığa kınama” desteği ve ötesinde şiddet ve taciz takviyesi alarak (ne de olsa onlar güvenlik güçleridir ve bu verilmiş güç ve yetkilerini, yine kendileri için değil (!), halk için kullanmaksa, bundan asla çekinmeyip, geri kalmayacaklardır! Önemli olan asayiş ve âhlâktır!!! Ve o kadına ve diğerlerine “âhlâksızlığın ne kötü birşey olduğunu” ÖRNEKLİ göstermek için AHLAKSIZLIK ve TACİZ yapmaktadırlar! Bir nusibet bin nasihattan iyidir, değil mi?), savcıya ve hatta sonrasında hâkim önüne kadar çıkabilmiş ve ülkemizi şeriat ve karanlık güçlerin şerrinden korumaya yeminli ülkemizin bu adalet savaşçıları, uzun bir tayt ve dizüstü elbise giyen bu kadına “kışkırtıcı giyinen ve hayâsızca davranan vatandaş, ama KADIN” damgasını HAYASIZCA vurmuş ve kararı onamışlarıdır.

Evet! 12 Haziran 2007 tarihinde, daha çok zaman önce basına yansıyan bir olay yaşandı. Bu tarihte, Galata Köprüsü’nde yılın her günü ve her saati balık tutan binlerce, on binlerce vatandaştan farklı bir balıkçı vardı. Bu vatandaşı farklı kılan ise ne arkadaşımızın yeşil ne de üç gözlü filan olması, bu vatandaşı farklı kılan sadece bir “kadın” olması!
Evet evet kadın olması!
Şimdi diyeceksiniz “aman ne büyük fark, sanki Türkiye’de, Dünya’da hiç kadın yok, hiç kadın görmedik”!, diyebilirsiniz haklı olarak!
Ancak bu “kadın” vatandaşımız sadece maruz kaldığı, bırakıldığı ya da özne edildiği durum itibarıyla bir farklılık durumu (ya da ayrımcılık demek daha doğru düşecektir) daha yarattı ülkemiz kamuoyuna! Bu kadın, yani Gülcan Köse, köprünün güvenlik görevlisi tarafından ve iddaasına göre, ki bu şahsın kimin güvenliğini ne şekilde koruduğu da tam bir muammadır (!), giyiminden ötürü uyarılmış ve “hayâsızca davranışlarına devam etmesi” nedeniyle de polisçe alınmasını sağlamıştır! Daha da trajik olanı, polis iddaada bulunan güvenlik görevlisini haklı bularak bu kadını savcılığa sevk etmiş ve savcılık da polisi haklı bularak kamu davası açmıştır. Artık trajik kelimesinin bile yetmeyeceğini düşündüğüm nokta ise, mahkemenin de kadını suçlu bularak 6 ay hapis cezasına çarptırmış olmasıdır.

Tecavüzcüleriyle evlendirilerek “namusları temizlenen”, mağdur, kurban, ezilen, zavallı kadınların haklarını koruduklarını iddaa ederek yasalar çıkararak (en son olarak Gülcan Köse’nin de yargılandığı Ceza Yasası'nın (TCK) "hayâsızca hareketler" suçunu içeren 225. maddesi gibi) bu kadınları birer kez daha “suçlu” ya da “suçundan arındırılmış” yaftasıyla “topluma kazandıran”(!!!) zihniyetin, bu zihniyetin ürettiği ve türettiği insanlarca; yasa yapıcılarla örülmüş adaletinin de ne denli adil olduğunu tartışmak, 21.yy.’da bile hâlâ dolaylı ya da dolaysız yollardan suç!
...ve biz kabullendikçe bu eşitsizliği ve ayrımcılığı, bize biçilen bu rolü ve biçimi, üslubu, ve onların istediği gibi oldukça biz, her geçen gün daha da fazla geçer olacak "onların adaleti"! Ve her geçen gün biz daha fazla ödeyeceğiz, ödettirileceğiz kayıtsızlığımızın bedelini...
Peki şunu sorgulamak, düşünmek gerekmez mi? Hayâsızca hareket nedir? Kime göre?
Ve kim için? Ve neden hayâ’dan, âhlâktan bahseden bu insanların erkek oldukları için herşeyi kendilerine hak görmeleri hiç sorgulanmamakta? Peki ya gerçek adalet, eşitlik, hak var mı ülkemizde?

* “Bizim ülkemiz değil miydi, Ord. Prof. Dönmezer'in bizzat ağzından; "Tecavüzcüyle evlenme fuhuşu önler. Irzına geçilen kız, toplum içinde dışlanmakla karşı karşıya kalıyor ve damgalanıyor. Bu büyük şehirlerde de böyle. Ailesi tarafından da evden atılan bu kızların birçoğu fuhuş tacirlerinin eline düşmekte, hayatlarını genelevlerde geçirmektedirler. Bu maddenin korunması, Türk toplumu açısından bu nedenle önemlidir." sözlerini işittiğimiz şahsına münhasır toprak parçası!” *

* alıntıdır


lakırtı kavafı
g.ü.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Şarkılar NİNA için, NİNA’ya doğru yükseldi İstanbul’dan...




Tarih Temmuz 15, Sepetçiler Kasrı’nda bir caz festivali gecesi daha yaşanıyor şileplerin düdükleri eşliğinde...
Evvelki sene, limana komşu bu muhteşem saraycık’ın bahçesinde ukala beyaz cazcı hanım Madeleine Peyroux’nun neredeyse 1 saat –belki de daha fazla gecikmeyle- sahne aldığı ve dinleyicilerden bir özür bile dilemeksizin, bir giriş konuşması yapmaksızın, şarkılarına başlayıp, geçen gemi düdüklerinin yarattığı inanılmaz atmosferden de şikayet ederek, “beni attıkları sahneye bak, gürültüden şarkı söyleyemiyorum”, diyerek sitem edişi ve bunun üzerine birçok kimsenin alanı terkedişini anımsıyorum...Tavrına, Amerikan özentisi Fransız aksanına, çok geç kalışına ve kabalığına rağmen, yorumunu beğendiğim için sonuna dek kaldığımı ve zaten ukala olan cazcı hanımın, konserini de kısacık kesip, bis’le sahneye bile dönmeyerek gaf üzerine gaf, kabalık üzerine kabalık yapışını hatırlıyorum....

Neyse...Bu gece 2008 yılının Temmuz 15 gecesi. Gece çok güzel, gece mis gibi kokuyor, gece ıpılık bir meltemle serinliyor, gecede keyifler yerinde...Bizim de öyle...

Sahnede Nina Simone’a ölümüne dek eşlik eden orkestra, bu kez Nina Simone’suz, Nina Simone şarkılarını göğe yollayan dört sanatçıya; Dee Dee Bridgewater, Stacey Kent, Raul Midon ve Sibel Köse’ye eşlik etmekte...Her biri ayrı ayrı usta ve yetenekli, her biri ayrı ayrı tatlı, zarif, mütevazi ve kibar birer DEVler sahnede...Güzel duygularını ve yeniden İstanbul’da olmaktan duydukları mutluluğu paylaşıyorlar dinleyicilerle. Orkestradaki herkes, belki de binlerce kez çalmış oldukları bu parçaları, adeta ilk defa çalıyormuşcasına coşku, heyecan, dikkat, saygı ve sevgiyle çalıyorlardı. Bense heyecandan bacaklarımın ve de içimin titrediğini hissediyorum. Ron Jackson gitar’da en genç üye olmakla birlikte, Bob Dorough piyano ve vokal’de 41 yıl aynı sahneyi paylaştığı Nina’ya ruhundan bir parça gönderiyordu. Chris White bas’ta yerinde duramıyor, zarif ve modern kontrbas’ına sarılışıyla ona olan bağlılığını ve sahnedeki mutluluğunu ve ayağındaki terliklerle de ne denli komplekssiz ve rahat bir insan olduğunu gözler önüne seriyordu. O küçücük adam Leopoldo Fleming’in önündeki çeşit çeşit vurmalı çalgılarda ellerini takip etmek neredeyse imkansızdı ve davulda Paul Robinson ise gözlerini kapatmış bir yandan şarkılara eşlik ediyor bir yandan da inanılmaz ritimler atıyordu! Ne müthiş bir gece, ne müthiş bir his, ne müthiş bir şans tüm bu sanatçıları sahnede capcanlı görmek, dinlemek, hissetmek...Yükselmek bu his olmalı!

Sepetçiler Kasrı’nın bahçesine dizilmiş tüm koltuklar ve çimenlere yerleştirilmiş büyük yastıklar ve de kalan boşluklar dolu olmasına rağmen çok az alkış ve genelde sahne önünde ayaktaki genç kalabalık dışında pek coşku ve hareketlilik hissedilmiyor tuhaftır ki...Ve ben de bu kalabalığın hemen yanında sahnenin dibinde, kulisin de yanıbaşındayım...Yanımızdaki gruptan biri kız diğeri erkek iki genç çılgınca dans ve şarkılara eşlik ediyorlar...Gözüme takılıyorlar, herkes gibi benim de dikkatimi çekiyor elbet bu esrik ve kendini kaybetmiş şekilde dans edişleri...Ama gülümsüyorum ve “ne güzel çocuklar konserin tadını gerçekten çıkarıyor ve hakkını veriyorlar”, diyorum arkadaşıma. Hemfikiriz. Birbirimize bakıp, gülümsüyoruz. Fakat görünen o ki herkes bizimle aynı fikirde değil. Kısa süre sonra insanlar, -duyabildiğimizce- “otursanıza, bu ne biçim dans, bizi rahatsız ediyorsunuz, bu tuhaf hareketler de ne”, gibi tenkitlerde bulunmaya başladılar; ki bence tuhaf gibi gözüküyor olabilir ama içten ve insancıl, -belki sadece fazlasıyla coşkun bir tavır, o kadar- ama rahatsızlık verici değil. Ayrıca neden herkes kendi konser keyfine, seyrine dalmak yerine onlara odaklanıp neşe ve coşkularını yoketmeye çalışıyorlardı ki, anlayamadığım işte bu noktaydı!
Onlar da oturmak ve sakinleşmek yerine insanları biraz coşturmaya çalıştılar. Beyhudeydi elbette! Konser boyunca sadece şarkı bitişlerinde “şak şaka ve de şak ” olmak üzere “üç adet” alkışlayan, ne şarkılara eşlik eden, ne dans eden, ne ayağa kalkan, ne de coşkunluk ya da her hangi bir duygusal galeyan belirtisine kesinlikle mahal vermeyen “elit cazsever kitle”, konser bitiminde son şarkıyı hep beraber söyleyen ve sahneden inmekte olan sanatçılara “bis” alkışı da vermeyerek onları bir nevi “geri çağırmadı”!
BİS OLMADI! Biz de, genelde bis alkışıyla en sona saklanan en güzel şarkılardan birini, -ki bu Nina Simone için şahsım adına “Love me or leave me”, ya da “Mississippi Goddam” olabilirdi, beklerken ve konser için muhteşem, coşkudan mest ve çılgın biçimde çıkacağımız bir kapanış hayal ederken, sahneden inildi, ve konser sessiz sedasız bir şekilde dağılmaya başladı. Şaşkınlıkla birbirimize bakarken, hemen yanımızdaki “çılgın ikili” “aaaaa nasıl yani, bunlar nasıl insanlar yaaaa? Hani bis alkışı? Love me or leave meeeeeeee!!!!!!!!! Baksanıza şu elitist kitleye yaaa! Caz’ı elitisit müzik yapamayacaksınızzzzzz!!!”, diye bağırarak duygularıma adeta tercüman oldular, ki ben de aynısını bekliyordum. Onlara dönüp içimden geçeni söylemekten başka çarem yoktu! “Boşverin çocuklar, bunların ruhu kaçmış!” Beni onaylıyorlar, ki bu sırada da yanlarına gelen bir diğer izleyicinin söylediklerini işitegeliyorum; “Valla sağolun, ne diyeyim, gecemi rezil ettiniz, mahvettiniz, sayenizde hiç eğlenemedim ve tüm gecem berbat oldu! Evinize gidince umarım uyuyamaz ve şöyle bir düşünürsünüz”, diyerek arkasından bir de lanet okuyarak gençlere, yanlarından ayrıldı! Onlar da “biz size ne zarar verdik ki yaaaa?”, diyerek kendilerince kendilerini savundular, ki bence hiç gereği de yoktu!

Neden bizim ülkemizde insanlar, herkes, kendi işine gücüne, hayatına bakmak, ilgilenmek yerine, hep birilerinin gözemleyicisi, gözetleyicisi, denetleyicisi, kontrol mekanizması olmak için ayrıca çaba sarfediyorlar, -belki de bundan keyif alıyorlar- ve de bu sayede hem kendi hem de diğerlerinin hayatlarını zehrediyorlar gerçekten anlayamıyorum; bu yaştan sonra da anlayamayacağım eminim!

Neyse! Sonuçta, ayrıca, kalabalığın arasında, nedense hiç de konserden çıkıyormuş gibi hissedemedim. Çıkılan konserin ardından ne bir yorum, ne bir düşünce paylaşıldığını duymadığım için bir hayli tuhaf hissettim kendimi. Tek konuşulan araba nerdeydi, taksi bulabilir miyiz gibi konulardı...
Apaydınlık aydınlatılmış kapkaranlık gecede, kasrın dışı kalabalıktı ve her yerde valelere, şoförlere, taksicilerin, dolmuşcuların yolculara, ya da insanların birbirlerine bağrışmaları uçuşuyordu. Hiç bir taksi kısa mesafe saydıkları yerlere yolcu kabul etmiyordu. İçinde bir kişi, iki kişiyle, hızla uzaklaşan lüks otoları görünce, aklıma yıllardır naçizane, kanımca kararımca kısmen kaçırmamaya çalıştığım caz festivallerinin eski konser çıkışları geldi, ister istemez...Özel araç sahibi cazseverler, konser çıkışlarında arabasında kaç kişilik yer olduğunu seslenir, gidecekleri doğrultuda insanları da gidecekleri yere bırakma nezaketini gösterirlerdi. Bu caz konseri çıkışı coşku ve duygudaşlığın doğal paylaşımı sonucunda ve gayet doğalıyla gelişen, normal bir durum; bir oluş haliydi. Kimse kimseyi bunu yapmaya şartlamaz, manipule etmez, salık vermez ama bu hep olurdu...Yazılı bir kural değil, gelenekti...Yol boyunca konser yorumları yapılır, yeni caz arkadaşları edinilir, gelecek konserlere sözleşilirdi.

Dün gece böyle olmadı. kimse kimseyi arabasına davet etmedi. Kimse yorum yapmadı. Kimse doyasıya, avuçları alkışlamaktan kaşınıncaya kadar alkışlamadı. Kimse rahat rahat taksi, dolmuş, vasıta bulamadı. Biz de güruhla, herkes gibi, bir taksi bulabileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük. Bu bizim için, yaklaşık yarım saatlik hızlı bir yürüyüşün ardından Tophane oldu...Bir defa daha o eski ruhun kaybedildiğini sezinlemek, daha doğrusu yaşamış olmak beni üzdü...

Çocuklar haklıydı. Caz bizim ülkemizde elitist, bir sınıfa mal edilmeye, yapıştırılmaya çalışılan, ağır ve fakat ağırlıktan ruhunu ve coşkusunu yitirmiş “yapma burjuvalara” hitap ettiği düşünülen, ya da gittikçe böyle olan ya da bundan önce böyle olmuş bir müzik...Ne yazık ki...Oysa ki caz, ne doğuşu, ne fikri-felsefesi, ne de varoluşu itibarıyla böyle bir müzik değil! Olmamalı da! Sözleri böyle demiyor, nota dizilişleri bunu işaret etmiyor, bu hali göstermiyor! Tabii anlayana! Anlayana derken, evet, herkes, genellikle İngilizce veya Fransızca sözlere sahip bu müziğin sözlerinin ne dediğini anlamayabilir ama müziği duyumsayabilen herkes o sözleri anlamadan da yüreklerinin en derinlerinde bu müziğin gittiği yere gidip, söylediklerini hissedebilir. Bu müzik yüzyıllaca ezilen zencilerin yüreklerinden, bedenlerinden, hüzünlü aşıkların ruhlarından, kırgın hikayelerinden, kimi zaman da bu hüznü kinayeli bir anlatımla coşkuyla, kabullenişle ya da reddedişle birleştiren yüreklerden; ruhlardan; gırtlaklardan; nehirlerden süzülüp gelmiştir...

Biliyorum çok uzattım...Şu küçük serzenişle, birilerini de hatırlayarak, anarak, son veriyorum lakırtılarıma;


Elit “cazseverlerin” ve “yapma burjuvaların” ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Caz hangi salonda; “HALL”de dinlenir?
Tek ve doğru yanıt şu olabilirdi:
Caz, ezilmiş ve fakat direngenliğiyle güçlenmiş bir ırkın,
haritada uzun, kalın ve maviyle gösterilen nehrinde Goddam Mississippi’de doğar;
orada coşmaya başlar ve dünyadaki tüm duyarlı yüreklere doğru akar!


CAZ SALONLARDA DOĞMAMIŞTIR...

-BİTTİ-



Lakırtı kavafı g.ü.
not: gizlice çekilen fotoğraflar ancak bu kadar olabiliyor... :)

10 Temmuz 2008 Perşembe

Rufus Wainwright'ın ardından...



“Tanrıya şükür homoseksüelim, yoksa bu kızlar beni yer bitirirdi!!!”

Sahnedeki genç uzun boylu yakışıklı müzisyen böyle bağırıyordu...Gayet rahat, sevimli ve şımarık ama rahatsız etmeyen bir tavrı vardı, zaten kendisi de açıkça ifade etti; “bugün bir hayli şımarığım, lütfen beni mazur görün, n’apayım beni İstanbul böyle yaptı! O kadar coştum, o kadar neşeliyim ki, şımarıklığım ondan!”
Ve biz de, izleyici-dinleyici kitle olarak mazaretini geçerli bulduğumuzu belirtmek için hep berabercene alkışladık onu!
“Keşke Türkçe bilseydim, Fransızca gibi, çok müzikal bir dil”, diyerek de seyirciyle iyice sağlamlaştırdı bağlarını...(Ki ben de Türkçe, Yunanca ve Fransızca’nın dünyanın en müzikal ve melodik üç dili olduğunu düşündüğümden sonuna kadar kendisine katıldım ve içimden de “vahhh vaaahh, çocuğun ana dili İngilizce ama olsun, neyse, n’aaapsın yine de yapabileceğinin en iyisini yapıyor çocuk bu dille işte”, diyerek kendisi adına teessürlerimi belirttim; içimden tabii!!! :))
Kimi zaman folk, kimi zamansa opera dinliyormuşsunuz hissi veren ve zaten müziği de “popera / pop-opera” diye tanımlanan bu tenor delikanlı, dinleyiciyi “Doğu ağıtları yakan ama bir Batılı” hissi vererek ve hüzünle melankoliyi coşkulu tavrıyla dengeli bir biçimde harmanlayarak bir duygu kuyusuna itiveriyor, usulca...Kimi zaman haykırıyor, yükseltiyor sesini, ama usulca, kimi zaman gayet sert, kimi zaman gayet yumuşak çıkıyor sesi, ama hep ve hiç rahatsız etmeden, karşısındakileri yormadan...(Aya İrini gibi tarihi ve büyülü bir mekânda sahne almak hiç süphesiz onun da tavrına yansıyordu, kendisinin de sıkça belirttiği üzere!). Zaman zaman durup dinlenmeden, ara vermeden birbiri ardına eklediği şarkılarına bir küçük es verip, bir kaç espri yapıveriyor -ayrıca komik de kendisi-, fakat nedense, en azından ben hep bir hüzün sezinliyorum ses tonunda, nedense aklıma konser boyunca “çavdar tarlasında çocuklar” romanı ve duygusu hakim, gözümün önüne sürekli sapsarı ve boylarından büyük çavdarların arasında tarlada bir o yana, bir bu yana koşuşturan çocukların görüntüleri geliyor. Ve işte Wainwright’ın sesinde de bu tarlalarda çoşkuyla koşuştururken, onu eve çağıran annesinin sesini duyup bir anda hayalkırıklığıyla kalakalan ve ne yapacağını bilemeyen çocuk hüznünü hissediyorum; komiklik yaptığında bile...
Esprilerinin büyük kısmı kendisiyle dalga geçmek ve, ya da karşılıksız, platonik aşkları ve hayalkırıklıkları ve cinsellik üzerine kurulu; bir çeşit ironi sanırım...Sürekli, beğendiği hiç bir erkeğin nedense kendisine yüz vermeyişi, aksine kızlar tarafından ilgi ve taciz'e boğulduğunu ve buna pek bir bozulduğunu irdeliyor...Cinsel kimliğini, eşcinselliğini gizlemek bir yana, bazen karşısındakilere “iyi, tamam anladık da, yani neden bu fazlasıyla vurgu?” dedirtecek raddeye geliyor bile denebilir. Ama bu kendini ve cinsel kimliğini olduğu gibi kabul ettiriş biçimi, sanatı ve yorumuyla insanın içine işleyerek aradaki mesafeyi “bizbizeliğe” indirmesi gerçekten de takdire şayan. (Geçmişte kendisini kalıcı körlüğün eşiğine kadar götüren madde bağımlılığından sıyrılıp kurtulmasını sağlayan kişinin yakın dostu Elton John olması bile bunu anlamamızı sağlayabilir!). Şarkıları canlı söylerken albüm kayıtlarında bile zar zor anlaşılan şarkı sözlerini ayrımsamak neredeyse imkansız, ama yine de ses tonuyla size verdiği duygu bile kalbinizin, ruhunuzun bir yerlere gidivermesi için yetiyor da artıyor. Aynı şey kendisi için de geçerli sanırım ki, kendini şarkılarına kaptırdığı anda mimik ve jestleriyle adeta o anları ve duyguları yaşıyor ve işte bu kaptırış durup dinlenmeksizin birkaç şarkıyı peşpeşe çalıp söylemesine neden oluyor.
Genç yaşına rağmen derin ve uçlarda yaşadığı duygusal iniş çıkışlar ve deneyimler, ruhsal savruluşları, hâlâ koruduğu çocuksu ve masum tavrı, yazdığı bilgece ama yine de zaman zaman muzip şarkı sözlerinde ortaya çıkıyor.
O gerçekten çağımızda rastlaması gün geçtikçe zorlaşan, yeni nesil bir OZAN...“Sazı”, sözü, sesi bunun ispatı...
Sözün sonu...İstanbul Rufus Wainwright’ı sevdi, sanırım Wainwright da İstanbul’u ve en çok da “neşeli-gay” boğaz köprümüzü... :) "I loved your gay bridge İstanbuulllll!!!!"

Yine gel, olmaz mı?


g.ü.