25 Temmuz 2008 Cuma

Hayâ nedir?

Kayıtsız kaldıkça gün be gün,
teker teker, birer birer daha birer daha
haklarımız ellerimizden alınıyor, kayıp gidiyor aslında, farkında mıyız?

Birkaç akşam evvel bir kız arkadaşımla birlikte yaşadığım ve diğer yazılarımda da anlatmış olduğum konser çıkışı maceramızın farklı bir yönünü de burada paylaşmak istiyorum. 15 Temmuz gecesi, Sepetçiler Kasrı’ndaki konser çıkışında taksi bulamama sıkıntımız neticesinde kalabalık bir güruhla birlikte Galata Köprüsü üzerinden Karaköy, Tophane, Kabataş artık nereye kadar gitmemiz gerekiyorsa, taksi bulana dek yürümeye başladık. Duyduğumuz sözler ve atılan lafları, bakışları, yine her zaman olduğu gibi duymazdan gelerek, hızlıca yürüyerek geçiştirdik biz kadınlar...Her zaman yaptığımız; yaptırıldığımız gibi.... (Yine yüzlerimize gülmeyen ve kaşları çatık ifadesi giydirildi, yere bakarak hızlıca yürünüldü, kimseye bakılmadı...Aman haa! Bir de biz yüz vermiş, davet etmiş sayılmaz mıydık yoksa? Allah korusundu!)
Köprü üstünden geçerken, yılın her günü, günün her saati balık tutan insanları daha doğrusu adamları görünce aklıma geçen sene bu zamanlarda yaşanan ve kamuoyuna yansıyan olay geldi...Bunu birazdan anlatacağım.
Her zaman; sık sık, genellikle kendimle; yalnız başıma, Cağaloğlu’ndaki ofisimizden, Taksim’e yürüyerek gitmeyi, şehri ve denizi içime çekmeyi, iş stresinden biraz sıyrılıp hayata karışmayı isteyerek, bu yolu eşsiz İstanbul silüeti eşliğinde Galata Köprüsü üzerinden katederim.
Bu yolu yürürken, laf atarak, bana ya da diğer kadınlara ya da turistlere sözlü tacizde bulunarak rahatsız eden “balık tutan” adamları, yoldan geçen kadın, çoluk-çocuk, turist hiç kimseyi umursamadan arkasını dönüp denize ya da kenara “çiş yapan” “balık tutan adamları”, sigara içip denize atan, ve ama rızkını, keyfini denizden çıkarıyor olan “balık tutan adamları”, görmemek, duymamak, yoksaymak; görüp-duyup-yoksaydıklarımı hafızamdan en hızlı biçimde silmek ve unutmak için elimden geleni yapar, manzaranın ve İstanbul’un güzelliğini hissetmeye çalışırım. Değil mi ki, sadece orada değil, biz kadınlar bunu her an her yerde ve hep zaten yaşıyoruz, yaşarız; o yüzden an’ımı yaşamaya ve onları yoksaymaya çalışırım, biz kadınlar hep buna çalışırız. Çünkü bu toplumda taciz eden erkek yoktur; “ettiren kadın” vardır, ki ata deyişlerimiz bile bunu onaylar: “Dişi köpek kuyruk sallamasa, erkek köpek...”! Bizler de hayvanız ya, zeka, akıl, irade, duygu, düşünce gibi niteliklere sahip değiliz ya, işte bu nedenle sadece içgüdü ve dürtülerimizle; hayvanlar gibi, köpekler gibi davranırız, davranabiliriz, değil mi ama?!
Hele ki erkekler!
Bir erkeğin cinsel organını hiç utanç duymaksızın veya tereddüt etmeksizin, sadece arkasını dönmek suretiyle çıkarması, sokağın ortasına işemesi “hayâsız davranış” örneği teşkil etmezken, bir kadının kendini taciz eden “erkeklere” ve “güvenlik görevlisi” titrini taşıyan bir erkeğe karşılık vermemesi de bir erkeğe çok ayıp etmiş olmasına; ve hatta onun erkeklik gururuyla oynamış sayılmasına neden olur! Erkeğin dediği ve istediği o an yerine getirilmeli, erkek o anda azıcık memnun edilmelidir, hem ne olur ki?, yoksa erkekten günah gider haaaa! Ne de olsa çamuru sıçrattı mıydı, arkasından galeyana gelip, kadını âhlâksız ve namussuz diye taşlayan birileri nasıl olsa gelir ve ona destek verir!

Nitekim duymadığımız, bilmediğimiz milyonlarca örneğin dışında, bu örnekte de öyle olur. Kadın, kendisini taciz eden bu “güvenlikçi”den kurtulamayarak, şikayetçi olmak ister, ama “güvenliğimizi emanet ettiğimiz erkek insan” polise de olayı “hayâsız hareketler ve uygunsuz giyimiyle etrafı ve balık tutan erkekleri rahatsız ediyor” diye yansıtmak suretiyle ve elbette onlardan da bu “âhlâksızlığa kınama” desteği ve ötesinde şiddet ve taciz takviyesi alarak (ne de olsa onlar güvenlik güçleridir ve bu verilmiş güç ve yetkilerini, yine kendileri için değil (!), halk için kullanmaksa, bundan asla çekinmeyip, geri kalmayacaklardır! Önemli olan asayiş ve âhlâktır!!! Ve o kadına ve diğerlerine “âhlâksızlığın ne kötü birşey olduğunu” ÖRNEKLİ göstermek için AHLAKSIZLIK ve TACİZ yapmaktadırlar! Bir nusibet bin nasihattan iyidir, değil mi?), savcıya ve hatta sonrasında hâkim önüne kadar çıkabilmiş ve ülkemizi şeriat ve karanlık güçlerin şerrinden korumaya yeminli ülkemizin bu adalet savaşçıları, uzun bir tayt ve dizüstü elbise giyen bu kadına “kışkırtıcı giyinen ve hayâsızca davranan vatandaş, ama KADIN” damgasını HAYASIZCA vurmuş ve kararı onamışlarıdır.

Evet! 12 Haziran 2007 tarihinde, daha çok zaman önce basına yansıyan bir olay yaşandı. Bu tarihte, Galata Köprüsü’nde yılın her günü ve her saati balık tutan binlerce, on binlerce vatandaştan farklı bir balıkçı vardı. Bu vatandaşı farklı kılan ise ne arkadaşımızın yeşil ne de üç gözlü filan olması, bu vatandaşı farklı kılan sadece bir “kadın” olması!
Evet evet kadın olması!
Şimdi diyeceksiniz “aman ne büyük fark, sanki Türkiye’de, Dünya’da hiç kadın yok, hiç kadın görmedik”!, diyebilirsiniz haklı olarak!
Ancak bu “kadın” vatandaşımız sadece maruz kaldığı, bırakıldığı ya da özne edildiği durum itibarıyla bir farklılık durumu (ya da ayrımcılık demek daha doğru düşecektir) daha yarattı ülkemiz kamuoyuna! Bu kadın, yani Gülcan Köse, köprünün güvenlik görevlisi tarafından ve iddaasına göre, ki bu şahsın kimin güvenliğini ne şekilde koruduğu da tam bir muammadır (!), giyiminden ötürü uyarılmış ve “hayâsızca davranışlarına devam etmesi” nedeniyle de polisçe alınmasını sağlamıştır! Daha da trajik olanı, polis iddaada bulunan güvenlik görevlisini haklı bularak bu kadını savcılığa sevk etmiş ve savcılık da polisi haklı bularak kamu davası açmıştır. Artık trajik kelimesinin bile yetmeyeceğini düşündüğüm nokta ise, mahkemenin de kadını suçlu bularak 6 ay hapis cezasına çarptırmış olmasıdır.

Tecavüzcüleriyle evlendirilerek “namusları temizlenen”, mağdur, kurban, ezilen, zavallı kadınların haklarını koruduklarını iddaa ederek yasalar çıkararak (en son olarak Gülcan Köse’nin de yargılandığı Ceza Yasası'nın (TCK) "hayâsızca hareketler" suçunu içeren 225. maddesi gibi) bu kadınları birer kez daha “suçlu” ya da “suçundan arındırılmış” yaftasıyla “topluma kazandıran”(!!!) zihniyetin, bu zihniyetin ürettiği ve türettiği insanlarca; yasa yapıcılarla örülmüş adaletinin de ne denli adil olduğunu tartışmak, 21.yy.’da bile hâlâ dolaylı ya da dolaysız yollardan suç!
...ve biz kabullendikçe bu eşitsizliği ve ayrımcılığı, bize biçilen bu rolü ve biçimi, üslubu, ve onların istediği gibi oldukça biz, her geçen gün daha da fazla geçer olacak "onların adaleti"! Ve her geçen gün biz daha fazla ödeyeceğiz, ödettirileceğiz kayıtsızlığımızın bedelini...
Peki şunu sorgulamak, düşünmek gerekmez mi? Hayâsızca hareket nedir? Kime göre?
Ve kim için? Ve neden hayâ’dan, âhlâktan bahseden bu insanların erkek oldukları için herşeyi kendilerine hak görmeleri hiç sorgulanmamakta? Peki ya gerçek adalet, eşitlik, hak var mı ülkemizde?

* “Bizim ülkemiz değil miydi, Ord. Prof. Dönmezer'in bizzat ağzından; "Tecavüzcüyle evlenme fuhuşu önler. Irzına geçilen kız, toplum içinde dışlanmakla karşı karşıya kalıyor ve damgalanıyor. Bu büyük şehirlerde de böyle. Ailesi tarafından da evden atılan bu kızların birçoğu fuhuş tacirlerinin eline düşmekte, hayatlarını genelevlerde geçirmektedirler. Bu maddenin korunması, Türk toplumu açısından bu nedenle önemlidir." sözlerini işittiğimiz şahsına münhasır toprak parçası!” *

* alıntıdır


lakırtı kavafı
g.ü.