16 Temmuz 2008 Çarşamba

Şarkılar NİNA için, NİNA’ya doğru yükseldi İstanbul’dan...




Tarih Temmuz 15, Sepetçiler Kasrı’nda bir caz festivali gecesi daha yaşanıyor şileplerin düdükleri eşliğinde...
Evvelki sene, limana komşu bu muhteşem saraycık’ın bahçesinde ukala beyaz cazcı hanım Madeleine Peyroux’nun neredeyse 1 saat –belki de daha fazla gecikmeyle- sahne aldığı ve dinleyicilerden bir özür bile dilemeksizin, bir giriş konuşması yapmaksızın, şarkılarına başlayıp, geçen gemi düdüklerinin yarattığı inanılmaz atmosferden de şikayet ederek, “beni attıkları sahneye bak, gürültüden şarkı söyleyemiyorum”, diyerek sitem edişi ve bunun üzerine birçok kimsenin alanı terkedişini anımsıyorum...Tavrına, Amerikan özentisi Fransız aksanına, çok geç kalışına ve kabalığına rağmen, yorumunu beğendiğim için sonuna dek kaldığımı ve zaten ukala olan cazcı hanımın, konserini de kısacık kesip, bis’le sahneye bile dönmeyerek gaf üzerine gaf, kabalık üzerine kabalık yapışını hatırlıyorum....

Neyse...Bu gece 2008 yılının Temmuz 15 gecesi. Gece çok güzel, gece mis gibi kokuyor, gece ıpılık bir meltemle serinliyor, gecede keyifler yerinde...Bizim de öyle...

Sahnede Nina Simone’a ölümüne dek eşlik eden orkestra, bu kez Nina Simone’suz, Nina Simone şarkılarını göğe yollayan dört sanatçıya; Dee Dee Bridgewater, Stacey Kent, Raul Midon ve Sibel Köse’ye eşlik etmekte...Her biri ayrı ayrı usta ve yetenekli, her biri ayrı ayrı tatlı, zarif, mütevazi ve kibar birer DEVler sahnede...Güzel duygularını ve yeniden İstanbul’da olmaktan duydukları mutluluğu paylaşıyorlar dinleyicilerle. Orkestradaki herkes, belki de binlerce kez çalmış oldukları bu parçaları, adeta ilk defa çalıyormuşcasına coşku, heyecan, dikkat, saygı ve sevgiyle çalıyorlardı. Bense heyecandan bacaklarımın ve de içimin titrediğini hissediyorum. Ron Jackson gitar’da en genç üye olmakla birlikte, Bob Dorough piyano ve vokal’de 41 yıl aynı sahneyi paylaştığı Nina’ya ruhundan bir parça gönderiyordu. Chris White bas’ta yerinde duramıyor, zarif ve modern kontrbas’ına sarılışıyla ona olan bağlılığını ve sahnedeki mutluluğunu ve ayağındaki terliklerle de ne denli komplekssiz ve rahat bir insan olduğunu gözler önüne seriyordu. O küçücük adam Leopoldo Fleming’in önündeki çeşit çeşit vurmalı çalgılarda ellerini takip etmek neredeyse imkansızdı ve davulda Paul Robinson ise gözlerini kapatmış bir yandan şarkılara eşlik ediyor bir yandan da inanılmaz ritimler atıyordu! Ne müthiş bir gece, ne müthiş bir his, ne müthiş bir şans tüm bu sanatçıları sahnede capcanlı görmek, dinlemek, hissetmek...Yükselmek bu his olmalı!

Sepetçiler Kasrı’nın bahçesine dizilmiş tüm koltuklar ve çimenlere yerleştirilmiş büyük yastıklar ve de kalan boşluklar dolu olmasına rağmen çok az alkış ve genelde sahne önünde ayaktaki genç kalabalık dışında pek coşku ve hareketlilik hissedilmiyor tuhaftır ki...Ve ben de bu kalabalığın hemen yanında sahnenin dibinde, kulisin de yanıbaşındayım...Yanımızdaki gruptan biri kız diğeri erkek iki genç çılgınca dans ve şarkılara eşlik ediyorlar...Gözüme takılıyorlar, herkes gibi benim de dikkatimi çekiyor elbet bu esrik ve kendini kaybetmiş şekilde dans edişleri...Ama gülümsüyorum ve “ne güzel çocuklar konserin tadını gerçekten çıkarıyor ve hakkını veriyorlar”, diyorum arkadaşıma. Hemfikiriz. Birbirimize bakıp, gülümsüyoruz. Fakat görünen o ki herkes bizimle aynı fikirde değil. Kısa süre sonra insanlar, -duyabildiğimizce- “otursanıza, bu ne biçim dans, bizi rahatsız ediyorsunuz, bu tuhaf hareketler de ne”, gibi tenkitlerde bulunmaya başladılar; ki bence tuhaf gibi gözüküyor olabilir ama içten ve insancıl, -belki sadece fazlasıyla coşkun bir tavır, o kadar- ama rahatsızlık verici değil. Ayrıca neden herkes kendi konser keyfine, seyrine dalmak yerine onlara odaklanıp neşe ve coşkularını yoketmeye çalışıyorlardı ki, anlayamadığım işte bu noktaydı!
Onlar da oturmak ve sakinleşmek yerine insanları biraz coşturmaya çalıştılar. Beyhudeydi elbette! Konser boyunca sadece şarkı bitişlerinde “şak şaka ve de şak ” olmak üzere “üç adet” alkışlayan, ne şarkılara eşlik eden, ne dans eden, ne ayağa kalkan, ne de coşkunluk ya da her hangi bir duygusal galeyan belirtisine kesinlikle mahal vermeyen “elit cazsever kitle”, konser bitiminde son şarkıyı hep beraber söyleyen ve sahneden inmekte olan sanatçılara “bis” alkışı da vermeyerek onları bir nevi “geri çağırmadı”!
BİS OLMADI! Biz de, genelde bis alkışıyla en sona saklanan en güzel şarkılardan birini, -ki bu Nina Simone için şahsım adına “Love me or leave me”, ya da “Mississippi Goddam” olabilirdi, beklerken ve konser için muhteşem, coşkudan mest ve çılgın biçimde çıkacağımız bir kapanış hayal ederken, sahneden inildi, ve konser sessiz sedasız bir şekilde dağılmaya başladı. Şaşkınlıkla birbirimize bakarken, hemen yanımızdaki “çılgın ikili” “aaaaa nasıl yani, bunlar nasıl insanlar yaaaa? Hani bis alkışı? Love me or leave meeeeeeee!!!!!!!!! Baksanıza şu elitist kitleye yaaa! Caz’ı elitisit müzik yapamayacaksınızzzzzz!!!”, diye bağırarak duygularıma adeta tercüman oldular, ki ben de aynısını bekliyordum. Onlara dönüp içimden geçeni söylemekten başka çarem yoktu! “Boşverin çocuklar, bunların ruhu kaçmış!” Beni onaylıyorlar, ki bu sırada da yanlarına gelen bir diğer izleyicinin söylediklerini işitegeliyorum; “Valla sağolun, ne diyeyim, gecemi rezil ettiniz, mahvettiniz, sayenizde hiç eğlenemedim ve tüm gecem berbat oldu! Evinize gidince umarım uyuyamaz ve şöyle bir düşünürsünüz”, diyerek arkasından bir de lanet okuyarak gençlere, yanlarından ayrıldı! Onlar da “biz size ne zarar verdik ki yaaaa?”, diyerek kendilerince kendilerini savundular, ki bence hiç gereği de yoktu!

Neden bizim ülkemizde insanlar, herkes, kendi işine gücüne, hayatına bakmak, ilgilenmek yerine, hep birilerinin gözemleyicisi, gözetleyicisi, denetleyicisi, kontrol mekanizması olmak için ayrıca çaba sarfediyorlar, -belki de bundan keyif alıyorlar- ve de bu sayede hem kendi hem de diğerlerinin hayatlarını zehrediyorlar gerçekten anlayamıyorum; bu yaştan sonra da anlayamayacağım eminim!

Neyse! Sonuçta, ayrıca, kalabalığın arasında, nedense hiç de konserden çıkıyormuş gibi hissedemedim. Çıkılan konserin ardından ne bir yorum, ne bir düşünce paylaşıldığını duymadığım için bir hayli tuhaf hissettim kendimi. Tek konuşulan araba nerdeydi, taksi bulabilir miyiz gibi konulardı...
Apaydınlık aydınlatılmış kapkaranlık gecede, kasrın dışı kalabalıktı ve her yerde valelere, şoförlere, taksicilerin, dolmuşcuların yolculara, ya da insanların birbirlerine bağrışmaları uçuşuyordu. Hiç bir taksi kısa mesafe saydıkları yerlere yolcu kabul etmiyordu. İçinde bir kişi, iki kişiyle, hızla uzaklaşan lüks otoları görünce, aklıma yıllardır naçizane, kanımca kararımca kısmen kaçırmamaya çalıştığım caz festivallerinin eski konser çıkışları geldi, ister istemez...Özel araç sahibi cazseverler, konser çıkışlarında arabasında kaç kişilik yer olduğunu seslenir, gidecekleri doğrultuda insanları da gidecekleri yere bırakma nezaketini gösterirlerdi. Bu caz konseri çıkışı coşku ve duygudaşlığın doğal paylaşımı sonucunda ve gayet doğalıyla gelişen, normal bir durum; bir oluş haliydi. Kimse kimseyi bunu yapmaya şartlamaz, manipule etmez, salık vermez ama bu hep olurdu...Yazılı bir kural değil, gelenekti...Yol boyunca konser yorumları yapılır, yeni caz arkadaşları edinilir, gelecek konserlere sözleşilirdi.

Dün gece böyle olmadı. kimse kimseyi arabasına davet etmedi. Kimse yorum yapmadı. Kimse doyasıya, avuçları alkışlamaktan kaşınıncaya kadar alkışlamadı. Kimse rahat rahat taksi, dolmuş, vasıta bulamadı. Biz de güruhla, herkes gibi, bir taksi bulabileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük. Bu bizim için, yaklaşık yarım saatlik hızlı bir yürüyüşün ardından Tophane oldu...Bir defa daha o eski ruhun kaybedildiğini sezinlemek, daha doğrusu yaşamış olmak beni üzdü...

Çocuklar haklıydı. Caz bizim ülkemizde elitist, bir sınıfa mal edilmeye, yapıştırılmaya çalışılan, ağır ve fakat ağırlıktan ruhunu ve coşkusunu yitirmiş “yapma burjuvalara” hitap ettiği düşünülen, ya da gittikçe böyle olan ya da bundan önce böyle olmuş bir müzik...Ne yazık ki...Oysa ki caz, ne doğuşu, ne fikri-felsefesi, ne de varoluşu itibarıyla böyle bir müzik değil! Olmamalı da! Sözleri böyle demiyor, nota dizilişleri bunu işaret etmiyor, bu hali göstermiyor! Tabii anlayana! Anlayana derken, evet, herkes, genellikle İngilizce veya Fransızca sözlere sahip bu müziğin sözlerinin ne dediğini anlamayabilir ama müziği duyumsayabilen herkes o sözleri anlamadan da yüreklerinin en derinlerinde bu müziğin gittiği yere gidip, söylediklerini hissedebilir. Bu müzik yüzyıllaca ezilen zencilerin yüreklerinden, bedenlerinden, hüzünlü aşıkların ruhlarından, kırgın hikayelerinden, kimi zaman da bu hüznü kinayeli bir anlatımla coşkuyla, kabullenişle ya da reddedişle birleştiren yüreklerden; ruhlardan; gırtlaklardan; nehirlerden süzülüp gelmiştir...

Biliyorum çok uzattım...Şu küçük serzenişle, birilerini de hatırlayarak, anarak, son veriyorum lakırtılarıma;


Elit “cazseverlerin” ve “yapma burjuvaların” ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Caz hangi salonda; “HALL”de dinlenir?
Tek ve doğru yanıt şu olabilirdi:
Caz, ezilmiş ve fakat direngenliğiyle güçlenmiş bir ırkın,
haritada uzun, kalın ve maviyle gösterilen nehrinde Goddam Mississippi’de doğar;
orada coşmaya başlar ve dünyadaki tüm duyarlı yüreklere doğru akar!


CAZ SALONLARDA DOĞMAMIŞTIR...

-BİTTİ-



Lakırtı kavafı g.ü.
not: gizlice çekilen fotoğraflar ancak bu kadar olabiliyor... :)