18 Nisan 2017 Salı

A Portrait of the Cellist as a Young Man/Çellistin Genç bir Adam olarak Portresi

Dil, düşüncedir, fikirdir, akıldır. Müzik, ruhtur, yürektir. Ne düşünceden yoksun bir ruh, ne de ruhtan yoksun bir düşünce tam ve bütün olabilir. Kullandığımız dil (ler) bizim düşüncemizdir, ve bu düşüncenin değiştirip/dönüştürdüğü sanatçılardır sahnede müzikle/sanatla ruhunu birleştirerek devleşen, özgünleşerek kendi olabilenler. Dolayısıyla, okumayan, öğrenmeyen, sorgulamayan; yaşama ve evrene dair tükenmek bilmeyen bir aşk ve meraktan yoksun, entelektüel olarak kendini geliştirmeyi ve dilsel zenginliğiyle ifade etmeyi ihmal eden sanatçı, tam ve bütün; özgün ve derin olamaz. Bütün büyük, öncü sanatçılar, sanatsal deha ve yeteneklerini, bir yaşam felsefesiyle donatmış, kendine ve insanlara yeni bir yol, bir yön, bir bakış açısı gösterebilmiş, eleştirel bakış açısına sahip, entelektüel ve insancıl sanatçılardır. (Yo Yo Ma, Cem Karaca, Ruhi Su, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Joan Baez, Neşet Ertaş, Leonard Cohen, Sting, Bruce Springsteen, Robin Williams…)
Lütfen sanat/çı ruhunla beraber her daim dil ve düşün evrenini geliştir, zenginleştir, paylaş, çoğalt…DÜNYAYI SEN DE BÖYLE DEĞİŞTİR-DÖNÜŞTÜR(ECEKSİN)!

İnsan sadece hissettiği ancak bilgisine sahip olmadığı bir şeyi de adlandırıp, tam olarak ifade edemeyebiliyor. Örneğin benim bir klasik müzik ve caz aşığı olup, müzikolojik açıdan bilgisine sahip olmadığımdan dolayı bazı şeyleri tam ve net açıklayamayışım gibi, maalesef... Umut’un (Umut Sağlam) çello çalışına bayılıyorum, birçok hocası ve dinleyiciler ve tabii izleyiciler gibi de aynı zamanda. Çünkü Umut’u sadece dinlemiyor, aynı zamanda onu izliyorsunuz da. Umut çalarken, genç ve enerjik bir genç adamın, ruh ve akılla içindeki vahşi atları sakinleştirmeye, dizginlemeye çalıştığı, dağınık zihniyle odaklanmak isteyen, buna çalışan hali sahnede!

Biz öğretmenlerin, eğitimcilerin; benim gibi kendini mesleği/branşı aracılığıyla gençlerin kendi geleceklerini kendi elleriyle inşa etmesi; bilgi ve fikir sahibi, sorgulayan, çalışkan, üretken, yaratıcı ve de en önemlisi onurlu bireyler olmaları için adamış öğretmenlerin, sizlerin hakedilmiş en güzel yerlerde olmanızdan ve bu dünyayı daha umutlu ve yaşanılabilir bir yer haline getirdiğinizi görmekten başka bir dileği olamaz ki!

Sevgili Umut, sen ve tüm öğrencilerimin şu an oldukları; mutlu oldukları yerde olmalarında bir nebze de olsa katkım/payım varsa, olabildiyse ne mutlu bana…O vakit ömrümü boşa harcamamış olduğumu hissedeceğim birazcık daha…
Yolun açık olsun…

Language is thought, opinion, idea; is MIND! Music is soul; heart! Neither a soul without mind, nor a mind without soul can be truly whole and complete! The language(s) we use are our thoughts and mind; and the artists /art people changed/transformed by these opinions/mind are those who become gigantic on the stage fusing their souls with arts/music and able to be themselves! So, the artist who does not read, learn, question; who lack the inexhaustible love and curiosity towards life and the universe; who neglects to improve him/herself intellectually and express him/herself with a linguistic profoundness, cannot be whole and complete; genuine and profound. All the esteemed, pioneer artists are those who decorate their artistic genii and talents with a life philosophy, those who could/can lead new paths, directions, new perspectives to themselves and all people, who have critical thinking, and are intellectual and humane people. (Yo Yo Ma, Cem Karaca, Ruhi Su, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Joan Baez, Neşet Ertaş, Leonard Cohen, Sting, Bruce Springsteen, Robin Williams…)

Please, within your art/istical soul, improve, enrich, share, enhance your own linguistical and intellectual universe forever…YOU (WILL) CHANGE-TRANSFORM THIS WORLD AS SUCH!
One may not be able to express something fully if s/he does not have the knowledge of it but only sense! For example, me being a lover of classical music and jazz, but do not have the musicological knowledge to clearly and fully express my opinions on it, unfortunately…However, I love the way Umut (Umut Sağlam) plays the cello; just like his other teachers and audience, as well as the spectators. As you, not only listen to him play the cello but also watch him play! When he plays, you (we) watch a young and energetic man trying to hold and calm the wild horses inside him with his mind and soul, and as a scatterbrain to focus on the stage…

What more could “we”; educators; -me, myself in particular-, who devote their lives to their students to make them construct their own future with their own hands; become knowledgeable and cultivated, questioning, hardworking, productive, creative and the most important of all honorable individuals; mind and soulful human beings within our occupation/branch, wish for our students than to succeed being at the best and well deserved places and see you make this world a more hopeful and livable space!

Dear Umut, if I (could) have even a little bit of a contribution/share where you and all my other students are and happy, then I may think/consider that my life has not been misspent...

All the best…May the force be with you! ;)

6 Nisan 2017 Perşembe

Akustik Gölge Oyunları...


                                                                                                                                             
                                                                                                                            Fotoğraf temsilidir!!!
            Aslında tabii şanslı (!!!) ve pek aşırı fazla kısmetli bir insan olduğum malumunuzdur! Beni tanıyan herkesçe bilinir…Gerçekten bilinir! Bir mıknatıs gibi adeta, ilginç (!!!) herkesi ve her şeyi kendime çekiveririm! Tıpkı dün gece olduğu gibi…
Yaklaşık bi üç beş yüz yıldan sonra ilk defa bir yere gidip, insan içine karışmaya, bir sosyal insan; kentli aktivitesi yapmaya karar verdim. Karar verdim derken, öyle kolayca olmadı tabii bu kararı vermek, baya tüm gün bildiğiniz gitmek ve gitmemek arasında gittim geldim. Ama neticede artık eninde sonunda bir kentli ve bir sosyal hayvan türü olduğumu ve bu sosyalleşmenin bana iyi gelip, normalleştireceğini kendime telkin ederek gittim. (Kalabalıklar ve insanlar beni korkutuyor da!)
            Uzun zamandır benim gibi motorcu olan ve ortak tanıdığımız birçok kişi tarafından “kesin tanışmam gerektiği” söylenip duran, fakat benim motorcu sosyal aktivitelerine de katılmıyor olmam sebebiyle bugüne kadar maalesef gerçekleşmemiş olan tanışmamız, dün akşamki “iş sanat akustik” konserinde vuku bulmuş oldu! Tabii bu tarz müzik yapan birinin “iş sanat” salon ve sahnesinde nasıl, ne menem bir sahne yapacağını da ayrıca merak etmiyor değildim!
          Hayko Cepkin’i hayatımda ne canlı, ne de bir mecradan dinlememiştim hiç. Sert müzikler yaptığını bildiğimden, daha doğrusu duyduğumdan ve ben de sert müziklerden pek haz duymadığımdan böyle bir tanışma yaşanmadı aramızda daha evvel! 
Ha, ANNNNCCCCAAAKKKKK, sosyal konularda, özellikle çocuk ve hayvan hakları/ yoksunlukları konularında duyarlı olduğunu da çokça duymuştum! O ayrı.
         Neyse, önce konserdeki kişisel deneyimimden ve düşüncelerimden sonra da naçizane 1-2 gözlemimden bahsedeyim isterim. 

Dediğim gibi pek bir kısmetli bir insan olaraktan ben “hafta içi boş olur aaaamaannnn, kapıdan alırsın bilet” diyenleri dinleyerek girişte ancak kalanlardan bir bilet alabildim ve tabii ilk golü yemiş oldum! Ayrıca meğer açık “tribüne” düşmüşüm de haberim yokmuş! Soluma oturan heyecanlı fanatik, telefonunun duvar kağıdından bilmemnesine kadar her şeyi Hayko donatılmış kızceğiz sayesinde tüm konser benim için Haykodan daha çok onun konserine dönüştü diyebilirim!
Olayın ne derece çığrından çıkacağını Hayko daha ya ilk ya ikinci olarak söylediği şarkı nakaratında “ben insan mıyım?” diye sorduğu anda “Hoooaaaayyııoooorrrrrr! Deoooğğooiiiilllssssıooooonnn!” diye böbreklerinden fışkırırcasına bağırmasından anlamalıydım! Sonra neredeyse tüm şarkıları kulak mememin 4 santim, -kısa süre sonra zaten uyuşmuş olacak olan- sol beyin lobumun da 5 santim uzağında, yanaklarıma yağmurlar yağdırarak, üzerinden çıkarmadığı kalın parkası altında zıplayıp bağırırken hunharca coşan adrenalinlerince tetiklenen, tetiklendikçe burnumu da beynim gibi felce uğratan vücutsal bakterileriyle, şarkıları yarı oturur yarı ayakta vaziyette ve hani şu “zalimin zulmü varsa sevenin aaollllaaahııoooııooo vaaaarrr!!!” nakaratını her söylediğinde coşarak ve kollarını uzatarak kalın sesle bağıran bir dinleyici-katılımcı halleri vardır ya, işte aynen ve hep öyle söyleyerek, beni “burutalca” hayattan bezdirdiği bir hayli vakit geçirdikten sonra, ona “bizim de Hayko’yu azıcık, ama azıcık dinlememiz için müsaade etmesi için” ricada bulunmamın ve dünyaya geri çağırmamın imkansız ve de haksızlık olacağına karar vererek, kendimi ondan uzaklaştırmaya karar verdim, koridorda yere oturmayı göze alarak! (Dünya varmış yav!) 
Sonrasında rahatça ve sesleri güzel güzel, olması gerektiğince işitebilerek ve hissedebilerek izledim ve dinledim performansın kalan kısmını.
     
          Birkaç şarkı ve aralarında sabırla ve nezaketle cevapladığı bir sürü soru karşısındaki tavır ve duruşu çok etkiledi beni doğrusu! “Doğru” bir insan olduğu düşüncesi iyice pekişti zihnimde. Bilgi ve tevazu sahibi olması ve “deli postuna bürünmüş bir kuzu” olduğunu hissetmem ve kendimle biraz (!!!) da benzeşim kurmam da ayrı bir yanı. Bir yandan içinde koşan atları dizginlemeye çalışan bir enerji bombası, diğer yandan içinin sakin, dingin ve odasına kapanmış ruhuyla bunu zaten doğal olarak yapagelen bir olgun deli adamdı gördüğüm! Bir seyircinin “bizi bir hüzünlendiriyorsun, bir kahkahalara boğuyorsun, bir karar ver”, diye eleştiri yönelttiği Hayko, işte bence tam da bu insan…Tüm kalbi ve ruhuyla “insan”a inanmak, güvenmek isteyen, “sevgi şefkat, huzur olsun yeter şu hayatta, rahat rahat insan gibi müziğimizi yapalım yahu” diyecek, ancak dünya ve kanla yazılan bu rezil mütekerrür tarih gibi ve onun yaşayan bir parçası olarak kahrolan ve kahroldukça kapanan… 
(Sorulardan birinde de on bin milyonlarca film arasından Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Perfect Sense filmlerini bir çırpıda saymasıyla yaşadığım tesadüfe de şaşırmadım değil!)
          Konser salonunda her yaş ve sosyo ekonomik katmandan insana rastlamak mümkündü. Bu beni oldukça şaşırttı diyebilirim; bu denli sert müzik yapmasına ve “marjinal-orijinal” olmasına karşın özellikle çok sayıda çoluk çocuklu aile, yaşlı/olgun dinleyiciler, muhafazakar görünümlüler (böyle nitelemeyi doğru buluyorum çünkü kimsenin göründüğü gibi olmadığı ispatlı!), hippiler; yuppiler…herkes…
Peki tüm bu farklı insanları bir araya getirebilen ne? (Ey Sanat sen nelere kadirsin!) mi? (Keşke çocuklar kadar; çocuklar gibi önyargısız, saf ve samimi olabilseydik, onlar gibi “eğitilip-öğretilene dek tabii!!!” “ötekileştirmeyen, dışlamayan, yaftalamayan…!” Acaba o zaman mı bir arada ve insanca yaşayabilirdik?Eminim toplumsal ve hatta küresel boyutta birçok sorunu ve kötülüğü de çözebilirdik o vakit!) 
Ve evet, tabiat anamızın verdiği her şey kabulümüzdür…Ama insan eliyle getirilmeye çalışılan “son”lar değil düşüncesiyle de hemfikir olmamak mümkün değil!

           Glokal olmak konusundaki düşüncelerini de ayrıca beğendim, zira bence de özgünlük ve “world” müzik olabilmek bu olmalı derim! Sanırım yıllar önce Anadolu rock yapanların da amaçladığı buydu. 
Seslendirdiği kendine ait şarkılara, bir Hayko Cepkin kültürüm olmadığından maalesef eşlik edemedim, ancak Selda Bağcan şarkısında da (yuh yuh’ta elini görmedik sanma! ), Moğollar’da da yorumuna bayıldım…Ve Cem Karaca ile de altın vuruşu yaparak beni benden aldı diyebilirim! Edip Akbayram’ın Aldırma Gönül’ünde de gözlerimin dolup dolup taşması da cabası… 
          Benim için –bir kısmı malum sebeplerden zor geçmiş olsa da- çok güzel bir müzik ziyafeti oldu. Ekibindeki basçı Poyraz Kılıç, baterist Murat Cem Ergül, elektro gitarist Özgür Özkan ve akustik çalışmalarında yollarının kesiştiğini belirttiği kabak kemaneci Cafer Nazlıbaş ve neyzen Burak Malçok’un performansları da –gitarist Özgür’ün haliyle biraz sıkılıyor olduğu gözlense de- çok başarılı (aslında müzisyen değilim ve başarıyı değerlendirecek yetkinlikte de olmadığıma göre haddimi bilip geri alıyorum ve bence “güzel” diyorum!), uyumlu ve özgündü!  

          Konser çıkışı akşamım, “Kocaeli dönüşü Şebo arkasından kurtulan motorlu Hayko efektiyle” ve aylar aylar sonra Boğaz köprüsünden ilk defa (!!!) geçmenin heyecan ve tuhaflığıyla “vvviiiisssssssuuutttt, çıpt” diye eve varmakla taçlandı…
Konserde fotoğraf ve video çekmek, kayıt almak konusunda uyarı yapıldığı ve ben -kesinlikle şarjım bittiği için değil efeniiim- duyarlı (!!!) ve iyi bir yurttaş olduğumdan, uyarıya kulak astım ve sahne fotoğrafı almadım hiç! Mükemmel ama mükemmel sahne ışıklarına ve gölgelere direnerek hem de! Işıkları dizayn edenlerin de ayrıca ellerine sağlık demeliyim!!! Ancak eve gelince anladım ki, 500 kişilik salonda ben hariç salondaki muhtemel 499 kişi tüm konseri kayt-u rapt altına zaten almıştı bile! Ama ben yine de tabii ki temsili fotoğrafı kullanıciim! (Üstün sanatsal yeteneklerimi konuşturmuşum o kadar, kullanmamayım mı?)

Yüz yüze tanışıp konuşamamış olsak da, sanırım motorcu arkadaşlar haklıymış, tanıştığımıza memnun oldum Hayko!

Çok severseniz ve çok sahiplenecek sevgileriniz olursa, o kadar çok da kaybedecek şeyiniz olur!  

Lakırtı kavafı g.

Mazi kalbimde bir yaradır...νοσταλγία...

Her şey gece gece Çiçek Pasajı'nın Madam'ının; Madam Anahit'in fotoğrafını bir internet paylaşımında görmemle başladı... Tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma rağmen yine gece gece uykum dağıldı gitti, canım yarın işe gideceğimi umursamazcasına kalkıp bir rakı doldurmayı ve "Yıldızların Altında"yı koymayı istedi...(Sanırım Madam'ın neredeyse her gece mutlaka birkaç kez çaldığı şarkı buydu, hafızam beni yanıltmıyorsa... Neyse...) Ve neredeyse yapacaktım da... Ama yapmadım... Ama rakı kısmını yapmasam da bu uyuyabildiğim anlamına gelmiyor tabii ki...
Başımı yastığıma geri koymamla, geçmişin kapıları yeniden ve bir bir aralanıverdi zihnimde. Yıllardır çok ama çok özlememe rağmen, sadece belki 1 belki 2 defa Galatasaray'dan Tarlabaşı yönüne doğru çaprazlama yolunu kullanmak dışında, İstiklal Caddesi'ne adımımı dahi atmadım, ve atmayı da artık düşünmüyorum. Net!
O kalabalık, o keşmekeş, o gürültü kirliliği değil bombardımanı, gün geçtikçe daha kaotik ve niteliksizleşen herşey, etrafta beni sarıp sarmalayan, içime dışıma ister istemez nüfuz eden korkunç ve beni tümüyle yabancılaştıran kokular, sesler, yüzler; kültür, her şey ve hepsi... Çok yorucu, çok zor ve çok farklı... Eksik çok eksik... Yenilmiş ama inkârda... tükenmiş... Artık geçmişten kalan, kendi geçmişiyle tek ortak özelliği insanları çeken, merak uyandıran o coşkusu... Ama ben artık buna "coşku" demiyorum... Eski sihri, zerafeti, güzel olan hiçbir şeyi, neş'eli nazik duyarlı insanları, güzel müzik ve kokuları, güzel kadınları ve güzel adamları, güzel içki sofraları olmayan; deşarj olmaya gelmiş, değişik, görmediği bir şeylerin; ama her ne olursa olsun bir şeylerin arayışında buraya sürüklenmiş, görgüsüz, alışveriş çılgını güruhların mesken tuttuğu bir başka yer artık orası; bizim; benim İstiklal'im; benim Peram değim...
Şanslıydık biz yine de; biz bile; şunca tevellütümüze rağmen... İşten çıkınca şöyle bir tünele doğru, ya da aşağıdaysanız ya yukarı meydana ya da Galata'nın ara sokaklarına doğru bir gezintiye çıkılırdı... Herkes nerede ne bulacağını ne yiyeceğini bildiğinden oralara doğru yönelirdi, tanıdık yüzlerle sarmalanırdınız, kentin başka bölgelerinden gelen bir sürü "kentli turist", bir sürü "yabancı turist" bile bunu değiştiremezdi... Genelde selamlaşır, ayaküstü hal hatır sorardınız. Güzel kokular gelirdi, güzel müzikler, insanlar birbirleri ve telefonlarıyla bağıra bağıra konuşmazlardı. Kimse kimseyi ses gürültüsü ya da bakışlarıyla dahi rahatsız etmezdi, işte bu yüzden herkes rahat ve özgür hissederdi, çünkü insanlar orada birbirlerine "saygı" duyarlardı...Ne büyük, ne önemli şey aslında değil mi saygı, ve en büyük eksiğimiz günümüz toplumumuzda??!!! Neyse... Bu bile bizden büyüklere göre Pera'nın "artık bozulmaya başlamış" halleriydi, ki şimdi bunu mumla arasak bulamayız bence...
Biraz turlamak ve sosyalleşmek bittiğinde ve artık açlık bir güzel bastırdığında, ya doğrudan meyhaneye, ya da önce lokantaya, ardından meyhaneye, şarapevlerine gidilirdi, oralarda toplaşılırdı...
Uzun dost muhabbetleri, atışmalı çekişmeli ama hep dostça ve saygılı politik sohbetler, gecenin ilerleyen vakitlerinde şiirler, anılarla; peçetelere yazılan çizilenlerle ve kimi zaman da duygusal gözyaşlarıyla yer değiştirirdi. İnsanların hala yürekleri, duyguları, inandıkları değerler, bilgi ve birikimleri ve bir duruşları, onurları vardı...
Çiçek Pasajı'ndan, durmasanız da, geçilir, tanıdıkların halleri hatırları sorulurdu. Erken vakitlerde pasajın giriş ya da çıkışında taburesinde oturan, daha rakısını yudumlamamış, havasını bulamamış Madam Anahit otururdu. Hafif hüzünlü, hafif hınzır, hafif çapkın, hafif aksi; fakat her daim ölçülü, her daim gururlu bir duruşu vardı. Aksiliği de karşısındakinin samimiyetini, sevecenliğini sezene kadar sürerdi. Bu onun "değişen, dönüşen ve evrilen, ama maalesef çirkine doğru" insanlara ve ortama karşı ördüğü bir koruma duvarıydı. Yine de bu duvarları aşmak o kadar kolaydı ki, çünkü inanmak isterdi, insanların hala "iyi" olduklarına... Hala bir çoğumuzun istediği; özlediği; inanmak istediği gibi... Madam'ın hikâyesini genel hatlarıyla hemen her müdavim bilirdi, ama tabii kalbini, ruhunun derinlerini, özünü kim tümüyle bilebilirdi ki...
Çiçek Pasajı geçildikten sonra Nevizade'den şöyle bir süzülünür, sonra da Balık Pazarı'nın içinden mis gibi taze sebze, meyve, balık kokuları arasından Pano'ya şarap içmeye, Cumhuriyet'e, Yakup'a, Refik'e, İmroz'a rakı ve sohbete gidilirdi... Kimse yürürken omuz atmaz, kimse yanınıza ilişip kulağınıza "şu var, bu var, ister misin abla, abi" diye fısıldamazdı, otoparkçılar kolunuzdan çekiştirmez, kimse çantanızı, cüzdanınızı da çarpmazdı...
O akşamki mekânınıza karar verilmiştir önceden çünkü sonra sokaklara çıktığınızda bunu değiştiremeyeceksinizdir, çünkü cep telefonu yoktur, karar verilip çıkılmalıdır bu yüzden. Ancak kimse ne geç kalır, ne de mekânı bulamamazlık eder... Oturduğunuz yerde garsonlar yabancı değildir, hepsi tanıdıktır, hepsi halinizi hatrınızı sorar, siz de onların çoluğunu çocuğunu sorarsınız; her hafta değişmezler, suratları beş karış değildir ve tabakları-bardakları suratınıza fırlatırcasına koymazlar masanıza... Servisinizi de ne size sormadan yaparlar, ne de siz isteseniz de yapmadan sıvışırlar...
Ne masadaki kadınlar etraftaki kimseden ne de masalar birbirlerinden rahatsız olmazlar. Kimse bağıra bağıra konuşmaz, ortalığı bir boğuk gürültü kirliliği ve rahatsızlığı sarmaz, arkadaki hafif müziği dahi hep işitirsiniz... Herkes "ağzıyla" içer! Yani çoğunlukla... Ve herkes girdiği adapla çıkar. Müessese taşkınlığa, başkalarının rahatsız edilmesine müsaade etmez. Hesap da beklediğinizin on katı gelmez asla! Di…
Çıkışta yine yavaş yavaş boşalmaya başlayan Çiçek Pasajı'ndan geçilir, girişindeki ayakçı birahanesi'nde son bir yolluk bira atılır ve yürümeye devam edilir, evlere, dolmuşlara, otobüslere doğru...
Erkekler genellikle kadınlara evlerine dek eşlik ederdi; cinsiyetçiliklerinden, maçoluklarından, feodal ya da seksistliklerinden değildi; "bu böyleydi" ve "böyle" de "güzeldi"...
Şimdi sadece düşünmek ve özlemek kaldı… Nostaljinin fazlası da zarardır evet, geçmişte kalınamaz, sürekli değişen ve devinen bir dünya var, ve bu iyi aslında, her şeyin her daim aynı kalmasındansa…

Ama neden herkes, hepimiz eskiyi özler haldeyiz? Şimdi’de; bugün’de eksik olan ne? Ve hiç kimse bu yöndeki bu değişimden memnun değilse neden buna bir son verilmiyor? Bunu kim yapıyor? Neden yapıyor? Neden bu şekilde evriliyor hayatlarımız ve yaşam alanlarımız?

Sorular bitmez… Yazı artık biter, bitsin…

Merhaba E.T. :) 

Lakırtı Kavafı…