6 Nisan 2017 Perşembe

Mazi kalbimde bir yaradır...νοσταλγία...

Her şey gece gece Çiçek Pasajı'nın Madam'ının; Madam Anahit'in fotoğrafını bir internet paylaşımında görmemle başladı... Tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma rağmen yine gece gece uykum dağıldı gitti, canım yarın işe gideceğimi umursamazcasına kalkıp bir rakı doldurmayı ve "Yıldızların Altında"yı koymayı istedi...(Sanırım Madam'ın neredeyse her gece mutlaka birkaç kez çaldığı şarkı buydu, hafızam beni yanıltmıyorsa... Neyse...) Ve neredeyse yapacaktım da... Ama yapmadım... Ama rakı kısmını yapmasam da bu uyuyabildiğim anlamına gelmiyor tabii ki...
Başımı yastığıma geri koymamla, geçmişin kapıları yeniden ve bir bir aralanıverdi zihnimde. Yıllardır çok ama çok özlememe rağmen, sadece belki 1 belki 2 defa Galatasaray'dan Tarlabaşı yönüne doğru çaprazlama yolunu kullanmak dışında, İstiklal Caddesi'ne adımımı dahi atmadım, ve atmayı da artık düşünmüyorum. Net!
O kalabalık, o keşmekeş, o gürültü kirliliği değil bombardımanı, gün geçtikçe daha kaotik ve niteliksizleşen herşey, etrafta beni sarıp sarmalayan, içime dışıma ister istemez nüfuz eden korkunç ve beni tümüyle yabancılaştıran kokular, sesler, yüzler; kültür, her şey ve hepsi... Çok yorucu, çok zor ve çok farklı... Eksik çok eksik... Yenilmiş ama inkârda... tükenmiş... Artık geçmişten kalan, kendi geçmişiyle tek ortak özelliği insanları çeken, merak uyandıran o coşkusu... Ama ben artık buna "coşku" demiyorum... Eski sihri, zerafeti, güzel olan hiçbir şeyi, neş'eli nazik duyarlı insanları, güzel müzik ve kokuları, güzel kadınları ve güzel adamları, güzel içki sofraları olmayan; deşarj olmaya gelmiş, değişik, görmediği bir şeylerin; ama her ne olursa olsun bir şeylerin arayışında buraya sürüklenmiş, görgüsüz, alışveriş çılgını güruhların mesken tuttuğu bir başka yer artık orası; bizim; benim İstiklal'im; benim Peram değim...
Şanslıydık biz yine de; biz bile; şunca tevellütümüze rağmen... İşten çıkınca şöyle bir tünele doğru, ya da aşağıdaysanız ya yukarı meydana ya da Galata'nın ara sokaklarına doğru bir gezintiye çıkılırdı... Herkes nerede ne bulacağını ne yiyeceğini bildiğinden oralara doğru yönelirdi, tanıdık yüzlerle sarmalanırdınız, kentin başka bölgelerinden gelen bir sürü "kentli turist", bir sürü "yabancı turist" bile bunu değiştiremezdi... Genelde selamlaşır, ayaküstü hal hatır sorardınız. Güzel kokular gelirdi, güzel müzikler, insanlar birbirleri ve telefonlarıyla bağıra bağıra konuşmazlardı. Kimse kimseyi ses gürültüsü ya da bakışlarıyla dahi rahatsız etmezdi, işte bu yüzden herkes rahat ve özgür hissederdi, çünkü insanlar orada birbirlerine "saygı" duyarlardı...Ne büyük, ne önemli şey aslında değil mi saygı, ve en büyük eksiğimiz günümüz toplumumuzda??!!! Neyse... Bu bile bizden büyüklere göre Pera'nın "artık bozulmaya başlamış" halleriydi, ki şimdi bunu mumla arasak bulamayız bence...
Biraz turlamak ve sosyalleşmek bittiğinde ve artık açlık bir güzel bastırdığında, ya doğrudan meyhaneye, ya da önce lokantaya, ardından meyhaneye, şarapevlerine gidilirdi, oralarda toplaşılırdı...
Uzun dost muhabbetleri, atışmalı çekişmeli ama hep dostça ve saygılı politik sohbetler, gecenin ilerleyen vakitlerinde şiirler, anılarla; peçetelere yazılan çizilenlerle ve kimi zaman da duygusal gözyaşlarıyla yer değiştirirdi. İnsanların hala yürekleri, duyguları, inandıkları değerler, bilgi ve birikimleri ve bir duruşları, onurları vardı...
Çiçek Pasajı'ndan, durmasanız da, geçilir, tanıdıkların halleri hatırları sorulurdu. Erken vakitlerde pasajın giriş ya da çıkışında taburesinde oturan, daha rakısını yudumlamamış, havasını bulamamış Madam Anahit otururdu. Hafif hüzünlü, hafif hınzır, hafif çapkın, hafif aksi; fakat her daim ölçülü, her daim gururlu bir duruşu vardı. Aksiliği de karşısındakinin samimiyetini, sevecenliğini sezene kadar sürerdi. Bu onun "değişen, dönüşen ve evrilen, ama maalesef çirkine doğru" insanlara ve ortama karşı ördüğü bir koruma duvarıydı. Yine de bu duvarları aşmak o kadar kolaydı ki, çünkü inanmak isterdi, insanların hala "iyi" olduklarına... Hala bir çoğumuzun istediği; özlediği; inanmak istediği gibi... Madam'ın hikâyesini genel hatlarıyla hemen her müdavim bilirdi, ama tabii kalbini, ruhunun derinlerini, özünü kim tümüyle bilebilirdi ki...
Çiçek Pasajı geçildikten sonra Nevizade'den şöyle bir süzülünür, sonra da Balık Pazarı'nın içinden mis gibi taze sebze, meyve, balık kokuları arasından Pano'ya şarap içmeye, Cumhuriyet'e, Yakup'a, Refik'e, İmroz'a rakı ve sohbete gidilirdi... Kimse yürürken omuz atmaz, kimse yanınıza ilişip kulağınıza "şu var, bu var, ister misin abla, abi" diye fısıldamazdı, otoparkçılar kolunuzdan çekiştirmez, kimse çantanızı, cüzdanınızı da çarpmazdı...
O akşamki mekânınıza karar verilmiştir önceden çünkü sonra sokaklara çıktığınızda bunu değiştiremeyeceksinizdir, çünkü cep telefonu yoktur, karar verilip çıkılmalıdır bu yüzden. Ancak kimse ne geç kalır, ne de mekânı bulamamazlık eder... Oturduğunuz yerde garsonlar yabancı değildir, hepsi tanıdıktır, hepsi halinizi hatrınızı sorar, siz de onların çoluğunu çocuğunu sorarsınız; her hafta değişmezler, suratları beş karış değildir ve tabakları-bardakları suratınıza fırlatırcasına koymazlar masanıza... Servisinizi de ne size sormadan yaparlar, ne de siz isteseniz de yapmadan sıvışırlar...
Ne masadaki kadınlar etraftaki kimseden ne de masalar birbirlerinden rahatsız olmazlar. Kimse bağıra bağıra konuşmaz, ortalığı bir boğuk gürültü kirliliği ve rahatsızlığı sarmaz, arkadaki hafif müziği dahi hep işitirsiniz... Herkes "ağzıyla" içer! Yani çoğunlukla... Ve herkes girdiği adapla çıkar. Müessese taşkınlığa, başkalarının rahatsız edilmesine müsaade etmez. Hesap da beklediğinizin on katı gelmez asla! Di…
Çıkışta yine yavaş yavaş boşalmaya başlayan Çiçek Pasajı'ndan geçilir, girişindeki ayakçı birahanesi'nde son bir yolluk bira atılır ve yürümeye devam edilir, evlere, dolmuşlara, otobüslere doğru...
Erkekler genellikle kadınlara evlerine dek eşlik ederdi; cinsiyetçiliklerinden, maçoluklarından, feodal ya da seksistliklerinden değildi; "bu böyleydi" ve "böyle" de "güzeldi"...
Şimdi sadece düşünmek ve özlemek kaldı… Nostaljinin fazlası da zarardır evet, geçmişte kalınamaz, sürekli değişen ve devinen bir dünya var, ve bu iyi aslında, her şeyin her daim aynı kalmasındansa…

Ama neden herkes, hepimiz eskiyi özler haldeyiz? Şimdi’de; bugün’de eksik olan ne? Ve hiç kimse bu yöndeki bu değişimden memnun değilse neden buna bir son verilmiyor? Bunu kim yapıyor? Neden yapıyor? Neden bu şekilde evriliyor hayatlarımız ve yaşam alanlarımız?

Sorular bitmez… Yazı artık biter, bitsin…

Merhaba E.T. :) 

Lakırtı Kavafı…