Her
şey gece gece Çiçek Pasajı'nın Madam'ının; Madam Anahit'in fotoğrafını bir
internet paylaşımında görmemle başladı... Tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma
rağmen yine gece gece uykum dağıldı gitti, canım yarın işe gideceğimi
umursamazcasına kalkıp bir rakı doldurmayı ve "Yıldızların Altında"yı
koymayı istedi...(Sanırım Madam'ın neredeyse her gece mutlaka birkaç kez
çaldığı şarkı buydu, hafızam beni yanıltmıyorsa... Neyse...) Ve neredeyse
yapacaktım da... Ama yapmadım... Ama rakı kısmını yapmasam da bu uyuyabildiğim
anlamına gelmiyor tabii ki...
Başımı
yastığıma geri koymamla, geçmişin kapıları yeniden ve bir bir aralanıverdi
zihnimde. Yıllardır çok ama çok özlememe rağmen, sadece belki 1 belki 2 defa
Galatasaray'dan Tarlabaşı yönüne doğru çaprazlama yolunu kullanmak dışında, İstiklal
Caddesi'ne adımımı dahi atmadım, ve atmayı da artık düşünmüyorum. Net!
O kalabalık, o keşmekeş,
o gürültü kirliliği değil bombardımanı, gün geçtikçe daha kaotik ve
niteliksizleşen herşey, etrafta beni sarıp sarmalayan, içime dışıma ister
istemez nüfuz eden korkunç ve beni tümüyle yabancılaştıran kokular, sesler,
yüzler; kültür, her şey ve hepsi... Çok yorucu, çok zor ve çok farklı... Eksik
çok eksik... Yenilmiş ama inkârda... tükenmiş... Artık geçmişten kalan, kendi
geçmişiyle tek ortak özelliği insanları çeken, merak uyandıran o coşkusu... Ama
ben artık buna "coşku" demiyorum... Eski sihri, zerafeti, güzel olan
hiçbir şeyi, neş'eli nazik duyarlı insanları, güzel müzik ve kokuları, güzel
kadınları ve güzel adamları, güzel içki sofraları olmayan; deşarj olmaya gelmiş,
değişik, görmediği bir şeylerin; ama her ne olursa olsun bir şeylerin
arayışında buraya sürüklenmiş, görgüsüz, alışveriş çılgını güruhların mesken
tuttuğu bir başka yer artık orası; bizim; benim İstiklal'im; benim Peram
değim...
Şanslıydık
biz yine de; biz bile; şunca tevellütümüze rağmen... İşten çıkınca şöyle bir
tünele doğru, ya da aşağıdaysanız ya yukarı meydana ya da Galata'nın ara
sokaklarına doğru bir gezintiye çıkılırdı... Herkes nerede ne bulacağını ne
yiyeceğini bildiğinden oralara doğru yönelirdi, tanıdık yüzlerle
sarmalanırdınız, kentin başka bölgelerinden gelen bir sürü "kentli
turist", bir sürü "yabancı turist" bile bunu değiştiremezdi... Genelde
selamlaşır, ayaküstü hal hatır sorardınız. Güzel kokular gelirdi, güzel
müzikler, insanlar birbirleri ve telefonlarıyla bağıra bağıra konuşmazlardı.
Kimse kimseyi ses gürültüsü ya da bakışlarıyla dahi rahatsız etmezdi, işte bu
yüzden herkes rahat ve özgür hissederdi, çünkü insanlar orada birbirlerine
"saygı" duyarlardı...Ne büyük, ne önemli şey aslında değil mi saygı,
ve en büyük eksiğimiz günümüz toplumumuzda??!!! Neyse... Bu bile bizden
büyüklere göre Pera'nın "artık bozulmaya başlamış" halleriydi, ki
şimdi bunu mumla arasak bulamayız bence...
Biraz
turlamak ve sosyalleşmek bittiğinde ve artık açlık bir güzel bastırdığında, ya
doğrudan meyhaneye, ya da önce lokantaya, ardından meyhaneye, şarapevlerine
gidilirdi, oralarda toplaşılırdı...
Uzun dost muhabbetleri,
atışmalı çekişmeli ama hep dostça ve saygılı politik sohbetler, gecenin
ilerleyen vakitlerinde şiirler, anılarla; peçetelere yazılan çizilenlerle ve
kimi zaman da duygusal gözyaşlarıyla yer değiştirirdi. İnsanların hala
yürekleri, duyguları, inandıkları değerler, bilgi ve birikimleri ve bir
duruşları, onurları vardı...
Çiçek Pasajı'ndan,
durmasanız da, geçilir, tanıdıkların halleri hatırları sorulurdu. Erken
vakitlerde pasajın giriş ya da çıkışında taburesinde oturan, daha rakısını
yudumlamamış, havasını bulamamış Madam Anahit otururdu. Hafif hüzünlü, hafif
hınzır, hafif çapkın, hafif aksi; fakat her daim ölçülü, her daim gururlu bir
duruşu vardı. Aksiliği de karşısındakinin samimiyetini, sevecenliğini sezene
kadar sürerdi. Bu onun "değişen, dönüşen ve evrilen, ama maalesef çirkine
doğru" insanlara ve ortama karşı ördüğü bir koruma duvarıydı. Yine de bu
duvarları aşmak o kadar kolaydı ki, çünkü inanmak isterdi, insanların hala
"iyi" olduklarına... Hala bir çoğumuzun istediği; özlediği; inanmak
istediği gibi... Madam'ın hikâyesini genel hatlarıyla hemen her müdavim
bilirdi, ama tabii kalbini, ruhunun derinlerini, özünü kim tümüyle bilebilirdi
ki...
Çiçek
Pasajı geçildikten sonra Nevizade'den şöyle bir süzülünür, sonra da Balık
Pazarı'nın içinden mis gibi taze sebze, meyve, balık kokuları arasından Pano'ya
şarap içmeye, Cumhuriyet'e, Yakup'a, Refik'e, İmroz'a rakı ve sohbete
gidilirdi... Kimse yürürken omuz atmaz, kimse yanınıza ilişip kulağınıza
"şu var, bu var, ister misin abla, abi" diye fısıldamazdı,
otoparkçılar kolunuzdan çekiştirmez, kimse çantanızı, cüzdanınızı da
çarpmazdı...
O
akşamki mekânınıza karar verilmiştir önceden çünkü sonra sokaklara çıktığınızda
bunu değiştiremeyeceksinizdir, çünkü cep telefonu yoktur, karar verilip
çıkılmalıdır bu yüzden. Ancak kimse ne geç kalır, ne de mekânı bulamamazlık
eder... Oturduğunuz yerde garsonlar yabancı değildir, hepsi tanıdıktır, hepsi
halinizi hatrınızı sorar, siz de onların çoluğunu çocuğunu sorarsınız; her
hafta değişmezler, suratları beş karış değildir ve tabakları-bardakları
suratınıza fırlatırcasına koymazlar masanıza... Servisinizi de ne size sormadan
yaparlar, ne de siz isteseniz de yapmadan sıvışırlar...
Ne
masadaki kadınlar etraftaki kimseden ne de masalar birbirlerinden rahatsız
olmazlar. Kimse bağıra bağıra konuşmaz, ortalığı bir boğuk gürültü kirliliği ve
rahatsızlığı sarmaz, arkadaki hafif müziği dahi hep işitirsiniz... Herkes
"ağzıyla" içer! Yani çoğunlukla... Ve herkes girdiği adapla çıkar.
Müessese taşkınlığa, başkalarının rahatsız edilmesine müsaade etmez. Hesap da
beklediğinizin on katı gelmez asla! Di…
Çıkışta yine yavaş
yavaş boşalmaya başlayan Çiçek Pasajı'ndan geçilir, girişindeki ayakçı
birahanesi'nde son bir yolluk bira atılır ve yürümeye devam edilir, evlere,
dolmuşlara, otobüslere doğru...
Erkekler
genellikle kadınlara evlerine dek eşlik ederdi; cinsiyetçiliklerinden,
maçoluklarından, feodal ya da seksistliklerinden değildi; "bu
böyleydi" ve "böyle" de "güzeldi"...
Şimdi
sadece düşünmek ve özlemek kaldı… Nostaljinin fazlası da zarardır evet,
geçmişte kalınamaz, sürekli değişen ve devinen bir dünya var, ve bu iyi aslında,
her şeyin her daim aynı kalmasındansa…
Ama
neden herkes, hepimiz eskiyi özler haldeyiz? Şimdi’de; bugün’de eksik olan ne?
Ve hiç kimse bu yöndeki bu değişimden memnun değilse neden buna bir son
verilmiyor? Bunu kim yapıyor? Neden yapıyor? Neden bu şekilde evriliyor
hayatlarımız ve yaşam alanlarımız?
Sorular
bitmez… Yazı artık biter, bitsin…
Merhaba
E.T. :)
Lakırtı
Kavafı…