17 Aralık 2016 Cumartesi

Belki de...



     Türkiye'de, özellikle de doğduğum ve yaşadığım kent olan İstanbul'da da gözlemlediğim ve sormadan edemediğim bir soru var; bu kentsel dönüşüm hikayeleriyle zihnimde daha da körüklenen! 
Bu ülkede insanlar "ev"lerini bir yuva değil de, bir "çatı", bir "başlarını sokacak bir yer işte" olarak mı gördüklerindendir ki; sanki hiç kimse evinde duramıyor, durmak istemiyor, sıkılıyor, bunalıyor, üstelik güneşli havaların sıcak cazibesi dışındaki günlerde de bu böyle! Her daim, tüm sokaklar, caddeler, avm'ler, kafeler, restoranlar; her yer ama her yer tıka basa dolu! Herkes hep evinin dışında! 

     Bir anda kentsel dönüşümde yıkımına şahit olduğum o ilk bina geliyor aklıma...Sahiplerinin yıkılsın da bir an evvel yeni ve daha güzeli; "akıllısı"; daha "değerlisi" yapılıp bitsin diye hızlıca boşalttığı, ve ertesi sabah erkenden; ve derhal yanında bitiveren o koca iş makinalarının kararlı ve sert, çarçabuk ve hatta alelacele, nefes almaksızın, bir günde yıkıp, yerle yeksan ediverdikleri o koca binanın 50-60 mazisine şahitlik etmiş, yapıldığı zaman daha o da yepyeni, taptaze, güpgüzel ve tertemizken oturmaya başlamış, bu yıllar boyunca bir hayat biriktirdikleri bu binadaki "yuva"ları, iyisiyle-kötüsüyle nice yaşanmışlıklarının izlerini, hatıralarını taa içinde saklayan bu yapı, işte tam da o gün yıkılıp, yok ediliyordu. Tüm yaşanmışlıkları da o yapıyla birlikte yıkılıp tarihe gömülüp gidiyordu; işte tam da o anlarda...

     Ve benim çok tuhafıma gitmişti; tüm bunları yaşayan o hane halklarından bir tanesi, ama sadece bir tanesi bile, gelip şahit olmak istememişti bile buna, bu an'lara! Bense penceremden o canavarca ve bence çok ama çok hüzünlü yıkım sürecini gün boyu ve de  gözlerim dolu dolu seyretmiş, fotoğraflarını çekerek belgelemiş -belki de içten içe "belki bir gün biri merak eder, hüzünlenir, pişman olur da görmek isterse" diye- ve belki de ben "o yıkılan anıları kendime anı devşirmişken", neden bu yaşanmışlıkların asıl sahiplerinden biri bile bu "anılar cenazesine" gelmemişlerdi? Gerçekten anlayamamıştım...
Ve üzerinden yıllar geçip, hala tüm hızıyla devam eden bu yıkımlara bir kez dahi anıların esas sahiplerinin şahit olmak için geldiklerini görmedim...Ama nasıl olurdu?

     Bu evde ilk çocukları; belki de torunları doğmuştu; yaz akşamları dostlarıyla paylaştıkları serin balkon muhabbetleri -ki artık yeni yapılardaki mimari buna kesinlikle izin vermeyecek şekilde balkonsuzken; yani net bir şekilde artık eski dostlukların ve uzun yaz sohbetlerinin, bahar akşamlarında omzunuza bir battaniye alıp sevdiğinize sarılarak hayaller kuramayacağınızın, bunların artık yapılamayacağının net mesajıyken bu-, ilk otomobillerini arka bahçesine çekip, gece uyanıp uyanıp yerinde mi diye gözetlemelerini, ilk telefonlarının bağlanıp; başka öte kentlerdeki sevdiklerinin seslerini evlerindeki koltuktan kalkmadan "yan yanaymış gibi" işittikleri; onlarla kah güzel, kah hüzünlü haber ve olayları paylaştıkları günleri, belki o evde kızlarının gelip istendiğini, o evde gece geç vakitlerde oturup; çocuklar yattıktan sonra fısır fısır aile ekonomisini; memleket ahvalini konuştuklarını; o evde darbe ve ateşli tartışmalara şahit olduklarını; tek kanaldan haber ya da ailece radyo tiyatrosu dinlediklerini, o evde bir plak koyup gülümseyerek müzik dinlediklerini ve hatta bir çılgınlık yapıp salonun ortasında dans bile ettiklerini, o evde bahar temizlikleri yapıp, heyecanla misafirlerini, komşularını, bayramları beklediklerini...Nasıl unuturlar? Nasıl ama nasıl bir buldozer bunları gömerken çoktan sırtlarını dönüp gitmiş olabilirlerdi ki?

     Benim ailem, mülksüzleşme; ya da mülklenmeme yanlısı olduğundan, bizim kendimize ait bir "ev"imiz olmadı. Çok sık değilse de, yıllar içinde aynı mahalle, aynı çember içine ama değişik evlerde oturduk. Kendi içinde çok da uzun olmayan ama en azından "mekansal olarak ait" bir yaşantımız, bir tarihçemiz oldu. Arkadaşlarımın birçoğu da benim gibiydi; yani evleri kendi mülkleri olsa dahi, buradaki tarihleri 20; 30; en fazla 40 yılı geçmezdi onların da! Yurtdışından ve yabancı çok arkadaşım olduğundan ve mekan, aidiyet; ev; yuva, mimari gibi konularda konuşmayı çok küçüklüğümden beri sevdiğimden, konu hep dönüp dolaşır buna gelirdi. Ve birçoğunun yaşadıkları evden; "bilmem kaç yüzyıl önce bu evi dedemin dedesi falan filan "kendi elleriyle" yapmış, dedemin babası, dedem, babam, ben bu evde doğduk, yakında çocuğumuz da burada doğacak", diye anlatmaları, bana inanması güç ve fakat büyülü bir öykü gibi gelirdi. Üstelik de gerçekti, ve tek de değildi; birçoğu da böyleydi...Ne güzeldi...Ama ne güzel...İnsan imrenmeden edemiyordu...Ya da en azından ben...Böyle bir hayatın nasıl olabileceğini düşünürdüm, kafamda tasavvur etmeye çalışırdım acaba böyle bir hayatın beni mutlu edip etmeyeceğini...Ama güzeldi...İnsana huzurlu bir aidiyet duygusu ve tarih sunardı...

Yine bugün bir "yuva" yıkılıyor, burada oturduğum binanın bitişiğinde. Doğrusu dozer darbelerinin oturduğum koltuğu dahi sarsabilecek raddede kuvvetini hiç bu kadar yoğun hissetmemiştim! 
Yine hunharca gürültülü ve çarçabuk!
Yine kimsecikler yok sakinlerinden, terk edip gitmişler bile! 
Sadece yıkıcılar, çamur, toz toprak taş, yoğun bir rutubet kokusu ve gürültü! Sabah daha gün aydınlanırken başlayan ve uyandıran; gece neredeyse yatma vaktine dek süren, bitmek tükenmek bilmeyen gürültü! 
Bu koku yıllarca biriken; kokusu artık duvarlara sinmiş gözyaşlarına ait belki de, ya da yağmurlara...

Yine herkes sokakları doldurmuş hınca hınç.
Ve ben evimde düşünüyorum tüm bunları....başım ağrıyor artık...vesaire, vesaire, vesaire...

onyediaralıkikibinonaltıcumartesi....gökçe...