1 Temmuz 2011 Cuma

Babaannemin ardından...ve ancak şimdi...(1)


Gecenin bir yarısı “off aman belim!” diye inlemesiyle sıçradım oturduğum sandalyeden. O’ydu. Karşımdaki yatakta bir deri bir kemik kalmış haliyle uzanıp uyumaya çalışırken gözümün önüne geliyordu daha kısacık bir zaman öncesine kadarki halleri. O’ydu ailemizin direği, hepimizin tornacısı, yolgöstericisi, öğretmeni, muhasebecisi, dırdırcısı, nazlısı, saraylısı, kumarbazı, tatlısı; serti, yumuşacığı, ama bazen haşini, cezacısı...İçinde kan kalmamış damarlarca sarmalanmış ve incecik kalmış vücudunun incecik kalmış, mosmor elleriyle kollarıma sarılıp tutunmaya çalışarak, “sen hala uyumadın mı, ah be yavrum sana da ne eziyet verdim, herkese ne eziyet veriyorum! Ahh Rabbim kurtar sevenlerimi” diye ağlayan sesiyle yakarıyor, o minicik bedenini azıcık yana çevirmem ve ağrıyan belini bir nebze olsun rahatlatabileyim ümidiyle. Dudakları bembeyazdı, avuçiçi kadar kalmış yüzü hiç ona, alışık olduğumuz tavrına benzemiyordu. O sesinden herkesin titrediği Vedia İclal Hanım’dı. Adıyla bir’di; kutsal emanet’ti! Ona can verirken canını kaybeden annesi onu bu adla annesi bilmesi için teyzesine emanet etmişti. Teyzesinin anne sevgisi ve ama katı disipliniyle yetişmiş, 18’inde aşık olup, “bu adamı alacağım” diyerek eşini seçmişti. Ve öldüğü günden sonra dahi onun adını; onu her daim el üstünde tutan o aşık adamın; dedemin adını anmadığı bir günü geçmeyecekti. İşte böyle bir kadın bahsettiğim; babaannem.

Oturduğum sandalye camdan dışarıya doğru bakıyor, onun yatağıysa sağ karşımda, bana, yani odanın içine doğru yatıyor. Kapıdan giren onu görüyor karşısında, ben de odanın sol çaprazından onu gözlüyorum sürekli, bir şeye ihtiyacı olur diye. Camdan bakınca karşıda öğrenci yurtları görülüyor. Geniş bir bina ve sabaha karşı bile ışıkları yanıyor. Tıp öğrencileri kaldığı için, haliyle çalışma ve öğrenmenin sonu hiç yok. Zaten hiç anlayamamışımdır bu doktorlar nasıl yaşayabiliyor, nasıl ayakta durabiliyorlar bu kadarcık uyku ve bu kadar çok koşturmacaya ve etraflarındaki onca hüzne ve mücadeleye, öfkeye ve çaresizliğe, hayata ve ölüme rağmen diye...Her gün kazanmaya ve ama bir o kadar da kaybetmeye rağmen...

Gençliğinde ata binermiş babaannem, beyaz bir atı varmış. Görmüştüm fotoğrafını; açık renk uzun elbisesi, mizanpili saçları, koyu renk ruju, havası o biçim, atın üzerinde poz veriyor fotoğrafçının objektifine. Bostancı’da yaşarlarmış, bir yalıda...Dedemle de yan yana yüzerlerken ilk görmüşler birbirlerini; babaannem ilk kendisinin gördüğünü iddia eder…Tanışmışlar. O günden sonra dedem ölünceye dek hiçbir gün ayrı kalmamışlar. Dedem de yakışıklı bir subay, ince bıyıkları var, İtalyan! Saçları briyantinli.

Şimdi karşımda yatağında sayıklıyor uykusunda. Ve ara sıra gözlerini açıp beni görüyor bu karanlığa rağmen ve “yazık be yavrum, cancağızına kurban olayım uyu hadi kuzum” diye sesleniyor bana artık gücü yettiğince.


Gözlerini son defa yumduğundan bir gün önce gittim yanına. Bu defa da bir başka hastanedeydi. Artık şuurunu kaybetmiş, erimiş yüzünde dalgın ve açık gözleri tavana asılı kalmış iki kocaman damlayı anımsatıyordu. Küçücüktü bedeni. Sesi yoktu artık. Soluğu cılız ve hırıltılıydı.
Biliyordum duyduğunu. Duyumsayabildiğini biliyordum. Kimseye tepki vermiyordu. Ama biliyordum beni duyacağını…“Babişkom” dedim, “bir tanem”… “Duyuyorsun beni değil mi? Biliyorum duyuyorsun!” dedim…“Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi? Beni duyuyorsan elimi sık hadi!” dedim…Elimi avucuna doladım. Ve bir anda öyle canlı ve güçlü sıktı ki elimi, sanki sağlıklı bir insanla tokalaşıyor gibi hissettim. Gözyaşlarımı sessizce ve çaktırmadan elimin tersiyle silip, sesimi ve kendimi dik tutuyordum! Yenildik sanmasın! Yenileceğiz sanmasın diye…Mücadeleyi bırakmadık anlasın diye…
“Bak duyuyorsun…Seni çok seviyorum ve senin de beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum babişkom…Hadi bir an önce iyileş, bak, indirimler başladı her yerde…Daha beraber alışverişlere çıkacağız…3 aylığın da yatıyor bu hafta, anlamam valla…”

Eğildim yatağına ve ellerimi ellerine sardım…Sımsıkı tuttu. 2 saat bırakmadı hiç…
Sonra yoruldu. Elleri düştü. Gözleri kapandı. Uyudu. Sessizce ellerimi aldım ellerinden. Üzerini örtüp çıktım odadan. Merdivenlerin başında durup birkaç dakika hıçkırıklarımı yutkundum…Ve silip gözyaşlarımı karmakarışık ve kasvetli hastane koridorlarını takip edip dışarı çıktım.

Soğuktu. Ocaktı. Motoruma atlayıp. Karanlık ve soğuk sahili kat ettim…Dilimde “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, bu da gelir bu da geçer ağlama”…

Biliyordum; hissedebiliyordum bu bir vedaydı.

Ertesi gün öğleden sonraydı birazcık, telefonum çaldı. “Kaybettik” dedi kardeşim. Hiçbir şey diyemedim.

1 Şubattı...Soğuk bir Şubattı. Hayatımın en soğuk Şubatıydı.

Eksildim. Kalakaldım. Kimse bilemez.




elveda babaanneciğim...gençliği ben olan kadın...elveda...