Hayatımda en çok önemsediğim,
bireysel ya da toplumsal her sorunun –ki toplumların en küçük birimi
insan-bireydir zaten-, bana göre sebebi, sonucu, özü, çözümü; çözümsüzlüğü,
herşeyi ama herşeyi, herşeyin başı SAYGI’dır…
Az evvel daha az evvel
başımdan geçen, zaten aslında öncesinde de birçok kereler benzerlerini yaşadığım
ve birazdan anlatacağım olay, bizim toplum olarak en büyük eksiğimizin,
yanlışımızın ne olduğunu zihnimde BİR KEZ DAHA teyit etmiş oldu! Bu anahtar
kelime; bu derin ve ama son derece basit; ya da daha doğrusu SADE “KAVRAM”; SAYGI’dır!
Birbirine saygı duymayı; bir
arada ve huzur içinde, birbirine zarar ve/veya rahatsızlık vermeden yaşamanın
temel kuralı olan saygı, anlayış ve toleransı bilmeyen, tanımayan insanlar,
nasıl bir “MİLLET” ya da “DEMOKRASİ” içinde yaşayan bir “HALK” olabilirler ki? Ve
de hepsinden de önemlisi HUKUK ve ADALET’in üstünlüğünü tanıyan ve öncelikle bunun
mücadelesini veren insanlar olabilirler ki? Zira “herkesin demokrasisinin
kendine” olageldiği bu düzende (!!!), birbirimize karşı adil-saygılı-anlayışlı
olabilmek de, devletin yurttaşlarına karşı adil ve hakça-eşit olması da esas
önemli konudur!
Dolmuşa bindik. Akşam vakti. Trafik
yoğun, araç dolu, insanlar yorgun ve sessizdi; tıpkı benim de olduğum gibi. Öylece
durduğumuz aracın içinde bindiğimiz andan itibaren ve de yarım saat geçmesine
rağmen hiç ara vermeksizin ve yüksek sesle bir telefon görüşmesi yapıyor ön
koltuktaki kişi. Yola ilk çıktığımızda 1-2 dakikaya biter nasılsa diye
düşünerek, rahatsız olmama karşın susmuş ve beklemiştim. Ancak bu konuşma 30
dakikadan bile uzun sürünce artık tahammül sınırlarım zorlandı ve kendimi
durduramayarak, omzuna dokundum ve “rica etsem görüşmenizi inince devam ettirir
misiniz, zira burası bir toplu taşıma aracı ve biz sizi dinlemek zorunda
değiliz, en azından ben rahatsız oldum. Lütfen.”, dedim. Kapattı ve ama sinirli
bir bakışla arkasına döndü. “Teşekkür ederim”, dedim. Sesini yükselterek “Bir
daha omzuma dokunma, tamam mı!?” dedi. İçimden Allah Allah çattık akşam akşam
diye düşünerek, “Peki beyefendi, bir daha karşılaşırsak dokunmam, ama başka
türlü nasıl size sözümü söyleyebilirdim ki?”, dedim. Tekrar ve daha da yüksek
sesle “Omzuma bir daha dokunma tamam mı?”, dedi. Ya sabır deyip, “Peki, olur.”,
dedim ve sustum. Ve 1 saniye bile geçmeden solundaki arkadaşı bana dönüp, kabadayı bir ses tonuyla; “Hanfendi,
bu konuşmada sizi ne rahatsız etti ki, susmasını istediniz arkadaşımın?”, dedi.
Ben de “Ne konuştuğunu dinlemedim ki! Üstelik ben konuştuğu konudan rahatsız
olmadım ki, yüksek sesle konuşmasından rahatsız oldum. Ayrıca size ne? Avukatı mısınız
kendisinin?” diye sordum. Cevap: “O benim arkadaşım, savunacağım tabii!”. “İyi
de saldırı mı var ki, savunmaya geçiyorsunuz. Ben sadece rahatsızlığımı
söyledim gayet kibar bir şekilde” dedim. Bu sefer olayın esas kahramanı araya
girdi yeniden! “Beğenmiyorsan, git taksiye bin!”. “Rahatsızlığı veren sizsiniz
ve ben taksiye bineyim öyle mi? Siz bence terbiye ve saygıyı biraz öğrenin ve
siz telefonunuzu binmeden önce ya da inince yapın” dedim. Ve durağımın bile çok
ötesindeydim, inmek durumunda kaldım!
“Beğenmiyorsan taksiye bin”
cümlesi, gayet iyi bildiğimiz ; “Ya sev ya terk et!” mantığının bir
yansımasıdır! Orada bir durun derim o zaman!
Birincisi, önce bu sokaklar,
bu ülkedeki tüm yaşam alanları, her yer ve bu vatan hepimizindir; hepimiz bu
toprakların evlatlarıyız ve hepimize; tümümüze birden de millet deniyorsa, kim
kimi, NE HAKLA, NE CÜRETLE, nereden kovuyor; kovabiliyor ki? Bu hakkı ve cüreti
kimden alıyor?
İkincisi, bize şu anda
yapıldığı üzere, tüm toplu taşım araçlarında, sokak panolarında, duraklarda,
yazılı-basılı yayınlarda, tv kanallarında, binalarında üzerinde ve aracılığıyla
bize dayatılan TEKELci; TEKTİPÇİ zihniyet, sürekli İŞİTMEYE ve GÖRMEYE mecbur
ve maruz bırakıldığımız propagandalar gibi, ben kimseyi –görüşü, düşüncesi,
fikri, zikri her ne olursa olsun- işitmeye ve dinlemeye mecbur değilim; keza
kimse de benimkileri! Ben bu yüzden bir
toplu taşım aracında telefonum çalarsa hemen inince arayacağımı söylerim ancak
çok ama çok önemli olduğu söylendiği takdirde de en kısık sesimle yanıtlarım,
kimseyi rahatsız etmemek adına.
Ki, zaten bu akşam yaşadığım
olayda da konuşulan tek bir sözcüğe dahi kulak kabartmamıştım ben! Beni ilgilendiren
işin saygısal boyutuydu esas. Dolayısıyla savunmaya geçilecek bir durum yoktu
aslında.
İşte bu benim İNSAN HAKKIMdır;
DEMOKRATİK hakkımdır; bir yurttaş olarak; neyi, kimi, nerede ve ne zaman
istersem dinlemeyi ya da dinlememeyi; seçmeyi ya da seçmemeyi tercih etme
özgürlüğü! Bir şekilde “maruz bırakılmak” değil!
Bu toplumsal-günlük hayatta, bağıra
bağıra sokaklarda ya da araçlarda konuşarak rahatsızlık verenler için de, vapur
gibi, kapalı alanlar gibi sigara içmenin yasak olduğu yerlerde “banane beeee
yasaktan” diyerek, işin sadece bir “yasak olayı” değil, bir “medeni” ve “saygı”
boyutu olduğunu; etrafta bir hastalığı-rahatsızlığı olan birini; çocukları,
hamileleri rahatsız edebilecekleri boyutunu bile kavrayamayanlar için de, trafikte
istediği yerde durup, istediği kuralı ihlal eden, herşeyi kendine hak gören
herkes için de geçerli olan söz konusu bir durum…Hak diğerlerinin haklarını
ihlal ederek sahip olunacak bir şey değildir; olamaz da! Ne büyük bir YANILGI! Sizin
hakkınız, ötekilere haksızlıksa, bu insani de, adil de, hukuki de değildir.
Daha birbirlerine rahatsızlık
vermemeyi düşün(e)meyen, farklı siyasi görüşlere veya görüşlere, düşüncelere
sahip olup, uygar insanlar gibi karşılıklı ve saygıyla, sessizce ve makul bir
şekilde birbirlerini dinleyip, yanıt vermeyi, fikir beyan etmeyi, konuları “kavga,
çatışma, savaşma, saldırı” değil, “medeni şekilde tartışarak” çözmeyi dahi beceremeyen
ve hatta denemeyen insanların adaletle; demokrasiyle imtihanları da onları hep
sınıfta bırakır; bırakacaktır maalesef.
Tarih de defaatle bunu
göstermiştir. Zira yakın zamanlarda da sıkça adalet ve demokrasi sınavları verdik hep
berabercene; ve vermekteyiz…
Ancak, demokrasiden bahsedene
kadar, önce saygı kavramı üzerine
düşünmeliyiz bence.
Çünkü demokrasi ezen ve
ezilenlerin; azınlık-çoğunlukların; seçilen ve seçilemeyenlerin; vs vs’lerin güçler
dengelerince belirlenen bir şeydir; oysa ki saygı ve adalet; adil olabilmek, olaylara hakça bakabilmek, kendisi
ve karşısındakiler her ne yanda-yönde-fikirde-düşüncede olursa olsun akıl ve vicdanıyla
sorgulayıp, karar verip, davranabilen, insanî bakabilmeyi-olabilmeyi
başarabilmiş İNSANların bir maharetidir.
Adil bir dünya demokratik bir
dünyadan daha önemli ve güçtür. Bir şekilde sözde de olsa demokrasi varmış gibi
görünebilir ya da sağlanmış gibi yapılabilir, ama adalet olmadıktan sonra bu ne
işe yarar ki; yine sadece bir grup insan bundan memnun olur ve demokrasi sadece
“ötekinin” başını kesecek bir kılıç olur.
Unutmamak gerekir ki, doğru
soruları sorabilmek, doğru cevapları vermeye çalışmaktan daha önemlidir. Ve cesaretle,
adilane davranabilmek, bir zihniyetin özünü sorgulayabilmek de büyük bir olgunluk
ve farkındalık gerektirir.
gökçe ünar