10 Eylül 2012 Pazartesi

beş eylül üniversite kayıt günü izlenimleri !!!


Birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesi’nin ana bahçesi’nde şahit olduklarım, yeni nesil, Türkiye’nin geleceği ve demokrasi adına kafamda yine birçok soru işareti ve üzüntü yarattı…Bu işte, dedim, bu nedenle ben eğitimcilikten ayrıldım; buydu, tam da buydu beni geleceğe dair ümitsizleştiren…

 5 Eylül Boğaziçi Üniversite’sinde kayıt günüydü. Tesadüfen üniversite kampüsünde kısa bir yürüyüş ve gençlerin ve doğanın içinde, “medeni ve temiz” bir ortamda kahve ve güzel bir günün kısa da olsa keyfini yapmak üzere Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne gitmiştik!

 İlk önce aşağı kapıda yeni rektör Gülay Barbarosoğlu’nun kampüse motosiklet girişini yasakladığını öğrenerek şok olduk! Değil mi ki motosiklet trafiğe alternatif ve medeni ülkelerin vazgeçilmezi bir ulaşım aracıdır; çevrecidir, medenidir; vesairedir! Ve değil midir ki Boğaziçi Üniversitesi modern, medeni, demokratik, alternatif ve “aydın” bir üniversitedir??? O halde bu yasak nedendi ki? Amacı ne olabilirdi? Onca araba kampüse girebiliyorken ve kampüsün içi çevreyolu gibi trafik sıkışıklığına dönüşmüşken? İçerisi “kelimenin tam anlamıyla” arabalar ve “ana-baba günüyken”! Evet evet bildiğiniz ANA-BABA günü?!!! Ne demek mi istiyorum?

Yürüyerek yokuş yukarı çıktığımız süreçte, daha bugünün kayıt günü olduğunu bilmiyorken, sorduk birbirimize “kampüs”teki bu çocuklarının elinden tutmuş getirmiş (gerçekten elinden tutanlar vardı!!!) “aileler ve çocukları” durumu ne alaka, ne olabilir”, diye?
Meydana ulaştığımızda “üniversite yetkilisi’nin” anonsuyla irkilerek anlamış bulunduk bugünün “üniversite kayıt günü” olduğunu çünkü anons tam da şöyleydi: “sevgili öğrencilerimiz ve sayın velilerimiz!!!”
Velilerimiz? Veli???

Veli, ki TDK sözlüğü’nde şöyle tanımlanır; “Bir çocuğu koruyan, işlerine bakan ve her türlü davranışından sorumlu; velilik-velayet eden kimse”!
Ve “çocuk” da şu şekilde tanımlanmakta: “Bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan oğlan veya kız”!
O halde üniversiteye başlamak üzere olan bu kitle, 18 yaşında olmasına (yasal olarak ergen ve reşit sayılıp, oy vererek memleket geleceğini tayin etmeye yetkin görülmelerine rağmen!!!) ve takribi 4 yıl sonra tam anlamıyla bu memlekete yöne verecek beyinler-kimseler-bireyler-oy veren-seçen-seçilen yurttaşlar olacaklarına göre, onların elinden tutup ilkokul gibi kayıt yaptırmaya getirmek de ne demekti? Onların okula bir kayıt yaptırabilmeyi bile tek başlarına becerebileceklerine güvenmeyen ve “velilik etme ihtiyacı duyan” aileleri mi, bu şekilde anons yaparak bunu gayet normal, olası, mantıklı bir durum gibi normalleştiren; haklılaştıran okul idaresi mi, yoksa ailelerinin gelmesine dur deyip kendi kişiliklerini bile ortaya koyamayan “çocuklar” mı burada mevzubahis olmalı? Hangisi üzerine konuşulmalı; düşünülmeli burada?
Bu “çocuklar” mı 4 yıl sonra meslek erbabı veya seçmen veya idareci olacaklar? Bu insanlar mı memleketi ileri taşıyacaklardı? Karar mekanizmaları olacaklar ya da aile sahibi olup özgüven, akıl-fikir sahibi bireyler olacak daha yeni nesilleri yetiştireceklerdi?

Tüm bunlar içimdeki ümitsizliği kırbaçlamaya çalışırken ve ben bunu durdurmaya çalışmakla meşgulken zihnimin içinde, kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda dört bir yanımın türbanlı kızlar ve kadınlarla sarılı olduğunu fark ettim. Etraf ilahiyat fakültesi gibiydi. Diğerleri yok denecek kadar azdı. Diğerleri derken kastım türbansız kızlar değil, aynı zamanda “erkekler”di…! Tamamdı, olurdu, demokratik haktı, ki ben de, biz de yıllarca bunu savunmuştuk…

…Ancak…

Birden bire; sağlı sollu kurulmuş, üzerlerinde “saadet partisi”, “anadolu bilmem ne vakfı”, “iman ve bilmem ne vakfı” yazılı çadırlarda “kuran-ı kerim, hem de ücretsiz, almak istemez misiniz?”, “bilmem ne imanlı öğrenci gençlik evleri”nde “ücretsiz” konaklamak istemez misiniz” gibi seslenişlerle bölündüm!

İstanbul gibi pahalı bir kentte kim, kime, hangi kaynakla finanse edilerek, hangi amaçla ücretsiz ev sunuyordu ki? Üzerinde kendi dernek ve oluşumlarının reklamlı logoları bulunan “bedava” Kur’anların basılmasında sponsor kimdi peki? Sanki bir seçim meydanı ya da parti kongresi’nde ya da din fuarında gibi hissetmiştim! Ayrıca bu İslami stantlar dışında, bırakın politik, düşünsel ya da ideolojik, hiçbir kişisel gelişim, fikir, sanat, spor, kısaca; alternatif hiçbir şey, hiçbir öğrenci klübü yoktu!

Bu bir demokratik haktı, değil mi ya? Acaba biz de hemen karşılarında durup; “İnanmayın bu yalan dolanlara! Zaten din min de yalandır! Allah yoktur” filan desek, ya da onlara karşıt bir şey söylesek, bu da bizim demokratik hakkımız olur muydu, olabilir miydi? Dedirtirler miydi bize bunu?

Bu “çocuklar” burada; üniversitede, bilgi, meslek, gelişim, değişim, dönüşüm yaşamak üzere burada değiller miydi? Din zaten düşünsel bir şey değil, inançsal, vicdani bir şey olmamalı mıydı da, karşıtı ideolojik yapılar oluyordu?

Din bir siyasi ideoloji olabilir miydi? Din bir siyaset malzemesi mi-dir?

Demokrasi bu mudur? Ezilenlerin ezen, azınlığın çoğunluk, sonra yeniden öteki azınlığın yeniden çoğunluk, ezilenin yeniden ezen olması mıdır? Sırayla…
Aynı sistem ve sistematik çürümüşlükle!

Soruları artık cevaplayabilmek ve geleceğe dair ümidimizi muhafaza edebilmek adına ne yapmak gerekiyor?

Lakırtı kavafı g.ü.
…beşeylülikibinonikiçarşambaistanbul…