Birkaç gün önce Boğaziçi Üniversitesi’nin
ana bahçesi’nde şahit olduklarım, yeni nesil, Türkiye’nin geleceği ve demokrasi
adına kafamda yine birçok soru işareti ve üzüntü yarattı…Bu işte, dedim, bu
nedenle ben eğitimcilikten ayrıldım; buydu, tam da buydu beni geleceğe dair
ümitsizleştiren…
5 Eylül Boğaziçi Üniversite’sinde kayıt
günüydü. Tesadüfen üniversite kampüsünde kısa bir yürüyüş ve gençlerin ve
doğanın içinde, “medeni ve temiz” bir ortamda kahve ve güzel bir günün kısa da
olsa keyfini yapmak üzere Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne gitmiştik!
İlk önce aşağı kapıda yeni rektör Gülay
Barbarosoğlu’nun kampüse motosiklet girişini yasakladığını öğrenerek şok olduk!
Değil mi ki motosiklet trafiğe alternatif ve medeni ülkelerin vazgeçilmezi bir
ulaşım aracıdır; çevrecidir, medenidir; vesairedir! Ve değil midir ki Boğaziçi
Üniversitesi modern, medeni, demokratik, alternatif ve “aydın” bir
üniversitedir??? O halde bu yasak nedendi ki? Amacı ne olabilirdi? Onca araba
kampüse girebiliyorken ve kampüsün içi çevreyolu gibi trafik sıkışıklığına
dönüşmüşken? İçerisi “kelimenin tam anlamıyla” arabalar ve “ana-baba günüyken”!
Evet evet bildiğiniz ANA-BABA günü?!!! Ne demek mi istiyorum?
Yürüyerek yokuş yukarı
çıktığımız süreçte, daha bugünün kayıt günü olduğunu bilmiyorken, sorduk
birbirimize “kampüs”teki bu çocuklarının elinden tutmuş getirmiş (gerçekten
elinden tutanlar vardı!!!) “aileler ve çocukları” durumu ne alaka, ne
olabilir”, diye?
Meydana ulaştığımızda “üniversite
yetkilisi’nin” anonsuyla irkilerek anlamış bulunduk bugünün “üniversite kayıt
günü” olduğunu çünkü anons tam da şöyleydi: “sevgili öğrencilerimiz ve sayın velilerimiz!!!”
Velilerimiz? Veli???
Veli, ki TDK sözlüğü’nde
şöyle tanımlanır; “Bir çocuğu
koruyan, işlerine bakan ve her türlü davranışından sorumlu; velilik-velayet eden kimse”!
Ve “çocuk” da
şu şekilde tanımlanmakta: “Bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde
bulunan oğlan veya kız”!
O halde üniversiteye başlamak üzere olan bu kitle, 18 yaşında olmasına (yasal olarak ergen
ve reşit sayılıp, oy vererek memleket geleceğini tayin etmeye yetkin
görülmelerine rağmen!!!) ve takribi 4 yıl sonra tam anlamıyla bu memlekete yöne
verecek beyinler-kimseler-bireyler-oy veren-seçen-seçilen yurttaşlar
olacaklarına göre, onların elinden tutup ilkokul gibi kayıt yaptırmaya getirmek
de ne demekti? Onların okula bir kayıt
yaptırabilmeyi bile tek başlarına becerebileceklerine güvenmeyen ve “velilik etme ihtiyacı duyan” aileleri
mi, bu şekilde anons yaparak bunu gayet normal, olası, mantıklı bir durum gibi
normalleştiren; haklılaştıran okul idaresi mi, yoksa ailelerinin gelmesine dur
deyip kendi kişiliklerini bile ortaya koyamayan “çocuklar” mı burada mevzubahis
olmalı? Hangisi üzerine konuşulmalı; düşünülmeli burada?
Bu “çocuklar” mı 4 yıl sonra meslek erbabı veya seçmen
veya idareci olacaklar? Bu insanlar mı memleketi ileri taşıyacaklardı? Karar
mekanizmaları olacaklar ya da aile sahibi olup özgüven, akıl-fikir sahibi
bireyler olacak daha yeni nesilleri yetiştireceklerdi?
Tüm bunlar içimdeki ümitsizliği kırbaçlamaya çalışırken
ve ben bunu durdurmaya çalışmakla meşgulken zihnimin içinde, kafamı kaldırıp
etrafıma baktığımda dört bir yanımın türbanlı kızlar ve kadınlarla sarılı
olduğunu fark ettim. Etraf ilahiyat fakültesi gibiydi. Diğerleri yok denecek
kadar azdı. Diğerleri derken kastım türbansız kızlar değil, aynı zamanda
“erkekler”di…! Tamamdı, olurdu,
demokratik haktı, ki ben de, biz de yıllarca bunu savunmuştuk…
…Ancak…
Birden bire; sağlı sollu kurulmuş, üzerlerinde “saadet
partisi”, “anadolu bilmem ne vakfı”, “iman ve bilmem ne vakfı” yazılı
çadırlarda “kuran-ı kerim, hem de ücretsiz, almak istemez misiniz?”, “bilmem ne
imanlı öğrenci gençlik evleri”nde “ücretsiz” konaklamak istemez misiniz” gibi
seslenişlerle bölündüm!
İstanbul gibi pahalı bir kentte kim, kime, hangi kaynakla
finanse edilerek, hangi amaçla ücretsiz ev sunuyordu ki? Üzerinde kendi dernek
ve oluşumlarının reklamlı logoları
bulunan “bedava” Kur’anların
basılmasında sponsor kimdi peki? Sanki bir seçim meydanı ya da parti
kongresi’nde ya da din fuarında gibi hissetmiştim! Ayrıca bu İslami stantlar
dışında, bırakın politik, düşünsel ya da ideolojik, hiçbir kişisel gelişim,
fikir, sanat, spor, kısaca; alternatif hiçbir şey, hiçbir öğrenci klübü yoktu!
Bu bir demokratik haktı, değil mi ya? Acaba biz de hemen
karşılarında durup; “İnanmayın bu yalan dolanlara! Zaten din min de yalandır!
Allah yoktur” filan desek, ya da onlara karşıt bir şey söylesek, bu da bizim demokratik hakkımız olur muydu,
olabilir miydi? Dedirtirler miydi bize bunu?
Bu “çocuklar” burada; üniversitede, bilgi, meslek, gelişim, değişim, dönüşüm yaşamak
üzere burada değiller miydi? Din zaten düşünsel bir şey değil, inançsal,
vicdani bir şey olmamalı mıydı da, karşıtı ideolojik yapılar oluyordu?
Din bir siyasi ideoloji olabilir miydi? Din bir siyaset
malzemesi mi-dir?
Demokrasi bu mudur? Ezilenlerin ezen, azınlığın çoğunluk,
sonra yeniden öteki azınlığın yeniden çoğunluk, ezilenin yeniden ezen olması
mıdır? Sırayla…
Aynı sistem ve sistematik çürümüşlükle!
Soruları artık cevaplayabilmek ve geleceğe dair ümidimizi
muhafaza edebilmek adına ne yapmak gerekiyor?
Lakırtı kavafı g.ü.
…beşeylülikibinonikiçarşambaistanbul…